Watchtower ONLINE KÜTÜPHANE
Watchtower
ONLINE KÜTÜPHANE
Türkçe
  • KUTSAL KİTAP
  • YAYINLAR
  • İBADETLER
  • g93 Haziran s. 19-22
  • Sağ Kaldığım İçin Minnettarım

Bu kısım için bir video yok.

Üzgünüz, video yüklenirken bir hata oluştu.

  • Sağ Kaldığım İçin Minnettarım
  • Uyanış!—1993
  • Altbaşlıklar
  • Benzer Malzeme
  • Savaş Hollanda Doğu Hint Adaları’nın Kapısını Çalıyor
  • Babamla Yeniden Görüşüyorum
  • Demiryolunun İnşası
  • Savaştan Sonra
  • Sorularıma Cevap Bulmaya Başlıyorum
  • Hakikatten Daha Üstün Bir Şey Yok
    Gözcü Kulesi Yehova’nın Gökteki Krallığını Duyurur—1998
  • İnsanlar Nasıl Barış İçinde Birlikte Yaşayabilirler
    Uyanış!—1994
  • Baskıcı Yönetimler Sırasında Yehova’nın Yardımıyla Hayatta Kaldık
    Gözcü Kulesi Yehova’nın Gökteki Krallığını Duyurur—2007
  • Tanrı’ya Güvenim Sayesinde Ayakta Kaldım
    Uyanış!—2002
Daha Fazla
Uyanış!—1993
g93 Haziran s. 19-22

Sağ Kaldığım İçin Minnettarım

EĞER The Bridge on the River Kwai (Kwai Köprüsü) filmini seyrettiyseniz benim hikâyemi daha kolay anlayabilirsiniz. Ben İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonların tutsağıydım ve Kwai (şimdiki adı Khwae Noi) nehri boyunca yapılan tren yolunun inşaasında zorla çalıştırılanlar arasındaydım.

Hollandalı ve yerlilerden oluşan güçlerimiz, daha kuvvetli olan Japon ordusunun karşısında günlerce geri çekildi ve sonunda Mart 1942’de Cava’nın Bandung şehrinde teslim oldu. Birkaç haftayı yöresel bir sivil hapishanede geçirdikten sonra, bir sabah erkenden uzun bir yürüyüşe hazırlanmamız söylendi.

Ancak, önce trenle Bandung’dan Cava’ nın başkenti (şimdi Cakarta olan) Batavya’ ya götürüldük. Orada bizi Singapur’a gitmek üzere bir gemiye bindirdiler. Singapur’da bizi bir trene tıka basa doldurarak Siyam’ın (şimdiki Tayland) 1500 kilometre kadar içine götürdüler. Başkent Bangkok’a gelmeden önce, trenimiz demiryolunun batıya giden bir hattına saptı ve Burma (şimdiki Myanmar) sınırına yakın olan Kançanaburi’ye vardı.

Yapılması düşünülen demiryolu, Kwai nehri kıyısını takip edecek şekilde planlandı, çünkü içme ve kullanma suyu sağlamak üzere nehirden yararlanılacaktı. Burma’ya gidecek olan bu tren yolunu açlıktan yarı ölü duruma gelmiş olan biz tutsaklar inşa edecektik. Bizi kamyona bindirip bir asfalt ve onu izleyen toprak yoldan savaş tutsaklarının bulunduğu ilk kampa götürdüler. Ertesi sabah ikinci bir kampa götürüldük.

Uzun yürüyüşümüz bu ikinci kamptan başladı. Fakat olayları anlatmadan önce özgeçmişime ve Japonlara nasıl esir düştüğüme ilişkin bir şeyler söyleyeyim.

Savaş Hollanda Doğu Hint Adaları’nın Kapısını Çalıyor

Annem Alman, babamsa Hollanda kökenliydi. Yaşadığımız çok güzel, yemyeşil çiftlik Hollanda Doğu Hint Adaları’nın (şimdiki Endonezya) 13.600 adasından en büyük dördüncüsü olan Cava’daki Bukit Daun yanardağının eteklerinde bulunuyordu. Babam büyük bir kauçuk çiftliğini yönetiyordu; o sırada ben büyük Bandung şehrinde okuyordum. 1939 yılında II. Dünya Savaşı patlak verince 550 kilometre uzaklıkta bulunan Sumatra adasındaki Lahat şehrine taşındık.

Annem Katolik olduğundan iki erkek kardeşimle birlikte yatılı bir Katolik okuluna gönderildik. Bir gün ders sırasında papaza “İsa da bir Yahudi olduğuna göre Hitler Yahudilere niçin eziyet ediyor?” diye sormuştum. Kızgın bir şekilde İsa’nın bir Yahudi olmadığını söyleyip, üçlüğün bir kısmı olarak Tanrı olduğunu vurgulamıştı.

“Peki, İsa’nın annesi Meryem Yahudi miydi?” diye sordum.

Papaz daha da kızarak “büyüyünce anlatırım sana. Bu şimdi senin anlayamayacağın kadar zor bir konu!” diye çıkıştı.

Avrupa’da Mayıs 1940’da Almanlar Hollanda’yı istila etti. Hollanda Doğu Hint Adaları o zamanlar Hollanda’nın bir sömürgesiydi. Babam daha önceleri NSU’ya (Ulusal Sosyalist Birliği) katılmıştı, çünkü bu siyasal partinin savaş zamanında Doğu Hint Adalarını daha iyi savunabileceği kanısındaydı. Fakat Hollanda Almanlar tarafından istila edildikten sonra NSU Hitler’i tutmaya başladı. Babam hemen partiden istifa etti, ama artık iş işten geçmişti. Tüm NSU üyeleri Hollanda Doğu Hint Adaları’ndaki Hollanda Ordusu tarafından tutuklandı ve bir toplama kampına konuldu. Babam da onların arasındaydı.

Mayıs 1941’de Alman savaş gemisi Bismarck batırıldığında yatılı okuldaki birçok öğrenci buna sevindi. Annemin Alman kökenli olduğunu bildiklerinden “Sadece ölü bir Alman iyi bir Alman’dır!” diye bağırdılar. Ders sırasında papaza şöyle sordum: “O halde, Almanya’daki tüm Katolik piskopos ve papazların ölü olması gerekmez mi?” Papaz hemen sınıftan ayrıldı. Bir saat kadar sonra döndüğünde siyaseti ve savaşı bir daha ağzımıza almamızı yasakladı.

Babam siyasi bir mahkûmken, annem çiftlikteki işleri güçlükle yürütebiliyordu. Böylece iki erkek kardeşim okula devam ederken, ben ona yardım etmek üzere eve döndüm. Babam gönderdiği mektupların birinde kendisine Mukaddes Kitaptan çok ilginç şeyler öğreten ve vicdani nedenlerle orduya katılmak istemeyen bir tutsaktan söz ediyordu.

O sırada ağabeyim orduya çağırıldı, üç ay sonra da ben gönüllü olarak katıldım. Sivil bir yazıhanede masa başında çalışmak üzere görevlendirildim, ancak Aralık 1941’de Japonlar Pearl Harbor’a saldırınca hemen Hollanda Doğu Hint Adaları ordusuna alındım ve vahşi ormanda savaşma yöntemleri ile ilgili eğitim gördüm. Bize vahşi ormanda cephanenin nasıl gömüleceği ve yerinin ordu haritalarında nasıl işaretleneceği öğretildi. Böylece bu haritaların yardımıyla ormandaki çarpışmalarda kullanmak üzere daima cephanemizin olması garantiye alınmış oluyordu.

Fazla zaman geçmeden Japon silahlı kuvvetleri Billiton (şimdiki Belitung) ve Sumatra adalarına çıktı. Bizim sayıca küçük olan kuvvetlerimiz onlarla karşı karşıya geldi. Çok geçmeden Japonlar Sumatra’nın önemli şehirlerinden olan Palembang’ı ele geçirdi. Bize Sonda Boğazından Cava’nın Batı sahilindeki Merak’a geri çekilme emri verildi, oradan da Batavya’ya çekildik. Yukarıda söylediğim gibi, en sonunda Bandung’da Japonlara teslim olup savaş tutsakları olduk.

Babamla Yeniden Görüşüyorum

Olaylar garip bir şekilde tersine döndü; işgalci Japon kuvvetleri, babamı ve diğer tüm siyasal mahkûmları Bandung’daki hapishaneden serbest bıraktı. Babam, Bandung’da oturan teyzemin evine gidip orada kalmaya başladı. Oradayken benim yakınlarda bir hapishanede bulunduğumu öğrenerek ziyaretime geldi. Böylece ona ailemizin o sırada oturduğu yeri ve ağabeyimin kayıplar listesinde olduğunu söyleyebildim.

Babamsa, bana hapishane arkadaşından Mukaddes Kitap hakkında öğrendiklerini heyecanla anlatmaya başladı. Tanrı’nın isminin İsa olmadığını, Yehova olduğunu söyledi—bu isim o zaman kulağıma garip gelmişti. Maalesef Japonlar babamın beni daha fazla ziyaret etmesine izin vermediler, böylece bir daha konuşamadık. Babamın özgürlüğü kısa sürdü. Onun Ekim 1944’te Bandung yakınlarındaki bir Japon toplama kampında öldüğünü savaştan sonra öğrendim.

Demiryolunun İnşası

En başta anlattığım gibi, savaş tutsakları olarak Burma sınırına götürüldük. Bizi gruplara ayırdılar ve her grubun 20 kilometre kadar demiryolu yapması planlandı. Birinci grubun işi, 20 kilometre ilerde başlamış olan bir başka grubun işiyle birleşecekti. Yolu bölüm bölüm bitiren gruplar en sonunda demiryolunun Burma’nın içindeki kısmını yapan başka tutsak gruplarıyla buluşacaktı.

Tropikal sıcak ve rutubet içinde, hemen hemen hiçbir makinenin yardımı olmadan elle bir demiryolu inşa etmek, sağlıklı bir adamı bile tüketirdi. Açlıktan yarı ölü durumda olan bizler için ise, bu iş insanın dayanma sınırının ötesinde sayılırdı. Çektiklerimiz yetmiyormuş gibi, durmadan yağan muson yağmurları yüzünden elbise ve çizmelerimiz çürüdü ve çok geçmeden yalınayak ve yarı çıplak bir şekilde çalışmak zorunda kaldık.

Üstelik hemen hemen hiç ilaç veya sargı bezimiz yoktu. Çaresizlik içinde cibinliğimizi sargı bezi olarak kullandık. Fakat bu kez, cibinsiz kaldığımızdan, gündüz kara sinek, gece ise, sivri sinek sürülerinin saldırılarına maruz kaldık. Çok geçmeden hastalıklar kol gezmeye başladı. Sıtma, dizanteri, ve hepatit gibi hastalıklar perişan haldeki tutsakların birçoğunu yatağa düşürdü.

Bunun ardından daha güçlü görünenler arasında bile korkunç tropikal ülser vakaları görülmeye başladı. İlacın olmayışı yüzünden, aramızda bulunan az sayıdaki doktor ülsere çay yaprakları, kahve telvesi ve çamur tedavisi uygulamak zorunda kaldı. Japonların verdiği tek ilaç, sıtmaya karşı kinin hapları idi. Bu koşullar altında ölü sayısının hızla artmasına şaşmamalı; bir ara, çoğu sıtma ve tropikal ülserden olmak üzere, günde altı ölüm vakası olağan sayılmaya başladı. En şaşılacak şey, tüm bu yoksunluk ve ıstıraba rağmen, Burma’nın içlerine giden trenyolunun sonunda bitirilmesiydi!

Fakat o sırada Müttefik kuvvetler demiryolunu bombalamaya başladılar. Saldırılar çoğu zaman gece oluyordu. Sık sık saatli bombalar kullanılıyordu, fakat ertesi sabah erken saatlerde genellikle hepsi çoktan patlamış oluyordu. Önceki gece verilen zararı onarma işi biz tutsaklara düşüyordu. Demiryolu bittikten sonra Burma ve Siyam sınırında Üç Pagoda Geçidinin eteklerinde makineli tüfek tünellerini de inşa ettik. Bu noktada Kwai nehri üzerinde iki köprü vardı. Savaş bittiği sırada ben oradaydım.

Üç yıl savaş tutsağı olarak yaşadıktan sonra, 1945’in ilkbaharı geldiğinde, o bölgede bulunan Japonlar teslim oldu. Çok hastaydım, hem sıtma, hem amibik dizanteri, hem de hepatite yakalanmıştım. Ağırlığım 40 kilonun altına düşmüştü. Yine de bu korkunç yılları geçirip, sağ kalabildiğim için minnettardım.

Savaştan Sonra

1945’in yazında Siyam’a geri götürüldüm, orada ilaç ve yiyecek vardı; yine de biraz olsun sağlığıma kavuşmam için üç ay geçti. Bundan sonra ordudaki hizmetime önce Bangkok’ta, ardından Hollanda Doğu Hint Adaları’ndan Sumbawa, Bali ve Celebes (şimdi Sulavesi)’te devam ettim.

Annem ve küçük erkek kardeşimle temas kurmaya çalıştım. Başardım ve annem ciddi bir hastalık yüzünden Hollanda’ya gitmek üzere olduğundan özel izin istedim. Üç haftalık iznimde Batavya’da annemi tekrar görmek çok güzeldi. Şubat 1947’da annem Hollanda’ya gitmek üzere Hollanda Doğu Hint Adaları’ndan ayrıldı ve 1966’da ölene kadar orada kaldı. Ben de Hollanda’ya gitmeye karar verdim, böylece altı yıl asker olarak hizmet ettikten sonra Aralık 1947’de ordudan ayrıldım.

İyi bir iş bulmak kolay değildi. Fakat zamanla, üç yıl gece okuluna gittikten sonra, bitirme sınavını başarıp gemi mühendisi oldum. Yanında oturduğum aile bu başarımı ödüllendirmeyi düşünerek nasıl bir hediye istediğimi sordu. Bir Mukaddes Kitap istedim ve bana verdikleri “İncil”i, işim gereğince gittiğim her yerde, gece denizdeyken sık sık okumaya başladım.

1958’de kariyerimde ilerlemeyi planlayarak okula devam etmek üzere Amsterdam’a taşındım. Ancak savaşta çektiğim sıkıntıların etkisi yavaş yavaş kendini göstermeye başladığından yoğun bir tempoda ders çalışarak sağlığıma fazla yüklendiğimi fark ettim. Demiryolunun inşası sırasında tanıştığım Avustralya’lı tutsakları hatırlayarak Avustralya’ya göç etmek üzere başvuruda bulundum.

Sorularıma Cevap Bulmaya Başlıyorum

Avustralya’ya gitmek üzere Amsterdam’ dan ayrılmadan önce sorularıma cevap bulmak amacıyla birkaç kiliseyi ziyaret ettim. Bir vaazdan sonra papaza Tanrı’nın özel ismini bilip bilmediğini sordum. Cevap olarak Tanrı’nın isminin İsa olduğunu söyledi. Bunun doğru olmadığını biliyordum, fakat babamın bana yıllar önce Tanrı’nın ismi olduğunu söylediği şeyi bir türlü hatırlayamıyordum.

Bundan kısa bir süre sonra oturduğum evi ziyaret eden bir çift Mukaddes Kitabın iyi haberini benimle paylaşmak istediklerini söyledi. Sohbet sırasında bana Tanrı’nın ismini sordular. “İsa” diye cevap verdim. Onlar bana bunun Tanrı’nın Oğlunun ismi olduğunu ve Mukaddes Kitaptan Tanrı’nın Kendi isminin Yehova olduğunu gösterdiler. (İşaya 42:8) Babamın bana söylediği ismin bu olduğunu hemen hatırladım. Çifte hangi dine mensup olduklarını sorduğumda “Yehova’nın Şahitleri” diye cevap verdiler.

Şahitler beni tekrar ziyaret etti, ancak ben kolay ikna olmuyordum. Birkaç gün sonra Hollanda Reformist Kilisesinden bir papazla karşılaştığımda Yehova’nın Şahitleri hakkında ne düşündüğünü sordum. Onlardan pek hoşlanmadığını söyledi, ancak bir konuda onları övüyordu—savaşa katılmazlardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında gördüğüm bunca dehşetten sonra, bu beni etkilemişti.

Bu olaydan birkaç gün sonra 1959 yılında Avustralya’ya göç ettim ve orada Yehova’ nın Şahitleri beni yine buldu. Kilisenin, örneğin cehennem ve üçlük öğretilerinin doğru olmadığını anladıktan sonra Katolik Kilisesinden ayrıldım. Savaşta yaşadıklarımdan ileri gelen ve yıllardır çektiğim kâbusları ve suçluluk duygularını Mukaddes Kitap bilgisinin yardımıyla yenebildim. Mukaddes Kitapta bulunan hakikat beni özgür kıldı.—Yuhanna 8:32.

Kendimi Yehova Tanrı’ya vakfettim ve sonra 1963’te vaftiz edildim. Az zaman sonra kuzey Queensland sahilindeki Townsville’e taşınıp vaaz etme işine dolgun vakitli olarak katılmaya başladım. Orada sadık bir Şahit olan Muriel ile tanışıp 1966’da evlendim. O zamandan beri sık sık dolgun vakitle çalışarak, Yehova’ya beraber hizmet etmekteyiz.

Avustralya’nın iç bölgelerinde vaizlere bir ihtiyaç olduğunu duyduğumuz zaman, gönüllü olarak bu geniş ülkenin tam ortası olan Alice Springs’te hizmet etmeye gittik. Yıllardır burada mutlu bir şekilde hizmet etmekteyiz. Bu yıllar boyunca karım ve ben başkalarının da ruhi özgürlüğü ve ebedi hayat yolunu bulmasına yardımcı olma imtiyazına sahip olduk.—Tankred E. van Heutsz tarafından anlatılmıştır.

[Sayfa 20’deki resim]

Tankred E. van Heutsz ve eşi

    Türkçe Yayınlar (1974-2025)
    Oturumu Kapat
    Oturum Aç
    • Türkçe
    • Paylaş
    • Tercihler
    • Copyright © 2025 Watch Tower Bible and Tract Society of PA
    • Kullanım Şartları
    • Gizlilik İlkesi
    • Privacy Settings
    • JW.ORG
    • Oturum Aç
    Paylaş