Bilim Adamları Bölünmüş Durumda mı?
“BİLİMİN dünya ile ilgili hakikati araştırmak olduğunu gözardı etmememiz gerekirken, bu araştırmaya karşı koyan psikolojik ve toplumsal etkenlere de dikkat etmeliyiz.” Tony Morton “Çatışma Halindeki Ekoller: Bilim Adamlarının Güdüleri ve Yöntemleri” adlı bildirisinde böyle yazdı. Evet, ün, parasal kazanç, hatta siyasal eğilimlerin zaman zaman bilim adamlarının bulgularını etkilediği anlaşılmaktadır.
Daha 1873 yılında, Lord Jessel adli davalarda bu tür etkilerin görülmesiyle ilgili endişesini şu sözlerle dile getirmişti: “Bilirkişi beyanları . . . . bazen geçimlerini bu yolla sağlayan insanların sunduğu delillerdir, fakat her durumda bu deliller karşılığında kendilerine ödeme yapılır. . . . . Öyleyse o insanın kendisi ne kadar dürüst olursa olsun, zihninde işvereni durumundaki kişinin lehinde önyargıları olması doğaldır ve bu tür bir önyargıyı gerçekten de görüyoruz.”
Örneğin, adli tıbbı ele alalım. Bir temyiz mahkemesi adli tıbbın taraflı olabileceğine dikkat çekti. Search dergisi şunu belirtiyor: “Polisin kendilerinden yardım istiyor olması, polisle adli tıp arasında bir ilişki yaratabilir. . . . . Hükümet tarafından görevlendirilen adli tıp uzmanları görevlerini polise yardım etmek olarak görebilirler.” Dergi, “son derecede deneyimli ve diğer yönlerden saygıdeğer olan bilim adamlarının, bilimsel tarafsızlıklarını terk ederek sorumluluklarının iddia makamına yardım etmek olduğunu düşünmeye ne kadar hazır olduklarına ilişkin etkileyici bir kanıt” olarak, IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusunun) İngiltere’deki Maguire (1989) ve Ward (1974) bombalama davaları örneğini veriyor.
Dikkat çeken başka bir örnek de, A Cry in the Dark (Karanlıkta Bir Çığlık) filmine temel oluşturan Avustralya’daki (1981-1982) Lindy Chamberlain davasıdır. Görünüşe bakılırsa bebeği Azaria’yı öldürmekle suçlanan Bayan Chamberlain’e verilen hükümde, Adli Tıp uzmanlarınca sunulan deliller etkili olmuştu. Anne, bebeğini bir dingonun (vahşi köpek) öldürdüğünü iddia etmesine rağmen, cinayetten suçlu bulunmuş ve hapsedilmişti. Yıllar sonra, bebeğin kirli ve kanlı ceketi bulunduğunda, mahkemedeki ilk delillerin annenin suçluluğunu kanıtlamaya yeterli olmadığı görüldü. Sonuç olarak, Lindy tahliye edildi, mahkûmiyet kararı bozuldu ve haksız mahkûmiyetten dolayı kendisine tazminat ödendi.
Bilim adamı bilim adamıyla tartıştığında, aralarındaki çekişme çok üzücü bir hal alabilir. Yıllar önce, Dr. William McBride’ın talidomit adlı ilacın imalatçılarına meydan okuması dünya çapında haber olmuştu. Doktor, hamilelikteki sabah bulantılarını azaltan bir ilaç olarak pazarlanan talidomit’in henüz doğmamış bebeklerde ciddi sakatlıklara neden olduğunu iddia edince, bir gecede kahraman olmuştu. Buna rağmen yıllar sonra, kendisi başka bir proje üzerinde çalışırken, eski bir doktor olan bir gazeteci onu verileri değiştirmekle suçladı. McBride bilimsel sahtekârlıktan ve mesleğini kötüye kullanmaktan suçlu bulundu. Avustralya’daki Tabip Odasından atıldı.
Bilim Alanındaki Çekişmeler
Halen süregelen bir çekişme konusu da elektromanyetik alanların insan ve hayvan sağlığına zararlı olup olmadığıdır. Bazı kanıtlar çevremizde, yüksek gerilim hatlarından evlerdeki kişisel bilgisayarlara ve mikrodalga fırınlara kadar çok farklı kaynaklardan gelen yaygın bir elektromanyetik kirlenme olduğu fikrini veriyor. Hatta bazıları yıllar sonra, cep telefonlarının beyninize zarar verebileceğini iddia ediyor. Başkaları da elektromanyetik radyasyonun kansere ve ölüme neden olabildiğini gösteren bilimsel araştırmalara işaret ediyor. Buna bir örnek olarak The Australian Times gazetesi şunu bildiriyor: “Bir İngiliz elektrik şirketi aleyhine, yüksek gerilim içeren elektrik kablolarına yakın bir yerde uyuduğu için kansere yakalandığı iddia edilen bir erkek çocuğun ölümüne neden olmaktan dava açılmıştır.” Melbourne’da meslek hastalıkları uzmanı olan Dr. Bruce Hocking “Sydney’de televizyon yayını yapan ana vericilerin dört kilometre ve daha yakınında yaşayan çocukların lösemiye yakalanma oranının, bu dört kilometre yarıçaplı bölgenin dışında yaşayanlara göre iki kattan fazla” olduğunu saptadı.
Çevreciler bu tür iddiaları desteklerken, büyük ticari kuruluşlar ve çıkar çevreleri, kendi deyişleriyle, bu “temelsiz” korku yaratma kampanyaları nedeniyle milyarlarca dolar kaybetmektedirler. Bu nedenle onlar da karşı atağa geçip bilim çevrelerinde başka kesimlerin desteğini alıyorlar.
Kimyasal kirlenmeyle ilgili de bir çekişme söz konusudur. Bazıları dioksini “insanın yarattığı en zehirli kimyasal madde” olarak adlandırmıştır. Michael Fumento tarafından “yalnızca zararlı otlara karşı kullanılan tarım ilaçları üretiminde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir yan ürün” olarak tanımlanan (Science Under Siege) bu kimyasal madde, bazılarınca “Agent Orange’ın temel maddesi” olarak adlandırıldı.a Kamuoyunun bu konuya ilgisi Vietnam savaşı sonrası zirveye ulaştı. Savaşa katılanlarla kimya şirketleri arasında, her iki tarafın uyuşmazlık içindeki bilim uzmanlarının da dahil olduğu büyük hukuksal mücadeleler yaşandı.
Benzer şekilde, küresel ısınma, sera etkisi ve ozon tabakasının incelmesi gibi çevresel konular kamuoyunun çok dikkatini çekiyor. The Canberra News gazetesi çevre konusunda Antarktika için duyulan korkularla ilgili olarak şunları yazıyor: “Anvers Adasındaki Palmer üssünde bilim adamlarınca yürütülen bir araştırma, planktonlar ve yumuşakçalar gibi alt yaşam türlerinde yüksek ölçüde morötesi radyasyondan kaynaklanan zararlar olduğunu ve bu zararın beslenme zincirinde yukarıya doğru tırmanabileceğini gösteriyor.” Fakat başka birçok bilimsel çalışma bu fikre karşı çıkıyor ve ozon tabakasındaki incelme ve küresel ısınmayla ilgili korkuları gidermiş gibi görünüyor.
O halde kim haklı? Görünüşe bakılırsa her iddia ya da tartışma konusu bilim uzmanlarınca kanıtlanabilir ya da çürütülebilir durumdadır. Paradigms Lost adlı kitap şunu açıklıyor: “Belirli bir dönemin genel havası bilimsel gerçeklerin saptanmasında en azından uslamlama ve mantık kadar etkilidir.” Michael Fumanto dioksin konusunu şu sözlerle özetliyor: “Kimi dinlediğimize bağlı olarak hepimiz, ya bir zehirlenmenin ya da bir yanlış bilgilendirmenin potansiyel kurbanlarıyız.”
Böyle olmakla birlikte, bazı iyi bilinen bilimsel felaketler için bir özür ileri sürülemez. Bilim bunların hesabını vermelidir.
“Çok Üzücü Bir Felaket”
Albert Einstein 29 Ağustos 1948’de yayımlanan “Entelektüellere Bir Mesaj”ında bilimin pek de çekici olmayan yanlarıyla ilgili düşüncesini şu sözlerle açıklamıştı: “Akılcı düşüncenin toplumsal yaşamdaki sorunlarımızı çözmeye yetmediğini acı deneyimlerin sonucunda öğrendik. Derin araştırmaların ve hararetli bilimsel çalışmaların genellikle insanlık üzerinde feci etkileri olmuş, . . . . [insan] böylece kendine yönelik kitlesel imha araçları yaratmıştır. Bu gerçekten çok üzücü bir felakettir.”
Geçenlerde yayımlanan bir Associated Press haberinde şöyle deniliyordu: “İngiltere İnsanlar Üzerinde Radyasyon Denemesi Yaptığını Kabul Ediyor.” İngiltere Savunma Bakanlığı hükümetin yaklaşık 40 yıl boyunca insanlar üzerinde radyasyon deneyleri yaptığını kabul etti. Bu deneylerden biri, 1950’li yılların ortalarında Güney Avustralya’da Maralinga’da yapılan bir atom bombası denemesini de kapsıyordu.
Maralinga, Avustralya Yerlilerinin dilinde “gök gürlemesi” anlamındaki bir sözcükten gelmektedir ve bu ücra bölge İngiltere’nin bilimsel araştırmalarını sürdürmesi için ideal bir mekân olmuştur. İlk patlamadan sonra, ortalığa başarıdan kaynaklanan bir mutluluk havası yayıldı. Bir Melbourne gazetesinin haberi şöyleydi: “Radyoaktif bulut dağılırken, kamyon ve cip konvoyları patlama noktasından sadece sekiz kilometre ilerdeki bir yamaca kazılmış siperlerden patlamayı izlemiş olan İngiliz, Kanadalı, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerleri taşıdı. Her yüzde bir gülümseme vardı. Sanki bir piknikten dönüyor gibiydiler.”
İngiliz Daily Express gazetesinin bilim muhabiri Chapman Pincher “Mantar Bulutu Özlemi” adlı bir şarkı dahi yaptı. Ayrıca, bir kabine üyesi, denemenin tamamen planlandığı gibi sonuçlandığını ve Avustralya’da hiç kimse için radyasyon tehlikesi oluşturmadığını söyleyerek güvence verdi. Ancak, yıllar sonra, radyasyona maruz kaldıkları için ölümle yüz yüze gelenlerin yüzlerindeki gülümseme uçup gitmişti, bunu çığ gibi gelen tazminat talepleri takip etti. “Mantar Bulutu Özlemi” artık yok! Maralinga radyasyon kirlenmesi nedeniyle hâlâ yasak bölgedir.
Amerika Birleşik Devletlerinin Nevada’daki atom bombası denemelerinden elde ettiği deneyimler buna çok benzemektedir. Bazıları bunun bir bilimsel hata olmayıp siyasal bir mesele olduğu kanaatindedir. New Mexico eyaletinin Los Alamos şehrinde Amerikanın ilk atom bombasının üretiminden sorumlu olan Robert Oppenheimer şunları söyledi: “Bir hidrojen bombasının kullanılıp kullanılmayacağına karar vermek bilim adamının sorumluluğu değildir. Bu sorumluluk Amerikan halkına ve onların seçilmiş temsilcilerine aittir.”
Başka Türden Bir Felaket
Tıpta kanın kullanımı II. Dünya Savaşından sonra alışılmış bir uygulama haline geldi. Bilim bir hayat kurtarıcı olarak ona övgüler yağdırdı ve kanın kullanımının güvenli olduğunu duyurdu. Fakat AIDS’in ortaya çıkışı gönül rahatlığı içindeki tıp dünyasını alt üst etti. Sözde hayat kurtarıcı olan bu sıvı bazıları için aniden bir katil oluverdi. Avustralyanın Sydney şehrindeki büyük bir hastanenin yöneticisi şunları söyledi: “Yıllardır hakkında çok az şey bildiğimiz bu maddeyi insanlara naklettik. Taşıdığı hastalıkların bazıları hakkında bilgi sahibi bile değildik. Naklettiğimiz kanda daha neler var hâlâ bilmiyoruz, çünkü bilmediğimiz bir şeyle ilgili testler yapamayız.”
Özellikle feci bir durum, kısır kadınların tedavisinde bir büyüme hormonunun kullanımıyla ilgilidir. Bebek sahibi olmakla hayatta daha büyük doyuma ulaşacaklarını uman bu kadınlar, böyle bir tedaviyi nimet olarak gördüler. Yıllar sonra onlardan bazıları, beyin dejenerasyonuna neden olan Creutzfeldt-Jacob hastalığından (CJD) esrarengiz şekilde öldüler. Tedavilerinde aynı hormon kullanılan büyüme geriliği olan çocuklar da ölmeye başladılar. Araştırmacılar, bilim adamlarının hormonu ölmüş insanların hipofiz bezlerinden elde ettiklerini ortaya çıkardı. Anlaşılan bazı cesetler CJD virüsü taşıyordu ve bu, bir kısım hormona bulaşmıştı. Daha da feci olan, bu hormonla tedavi edilen bazı kadınların kendilerinde CJD belirtileri görülmeden önce kan vermiş oldukları gerçeğidir. Virüsü saptama olanağı bulunmadığından, kan bankalarında halen mevcut stoklarda virüs olmasından korkulmaktadır.
Bilimde daima bir miktar risk söz konusudur. O halde, The Unnatural Nature of Science adlı kitabın, bilime “hayranlık ve korku, ümit ve umutsuzluk karışımı bir duyguyla bakıldığını, hem çağdaş sanayi toplumunun birçok rahatsızlığının kaynağı hem de bu rahatsızlıkları giderecek kaynak olarak görüldüğünü” belirtmesine şaşmamalı.
Fakat kişisel risklerimizi en aza nasıl indirebiliriz? Bilimle ilgili dengeli bir görüşü nasıl koruyabiliriz? Sonraki makale bu açılardan yardımcı olacaktır.
[Dipnot]
a Agent Orange Vietnam savaşında ormanlık alanlarda yaprakları dökmek amacıyla kullanılan bir tarım ilacıdır.
[Sayfa 6’daki pasaj]
Bir kabine üyesi hiç radyasyon tehlikesi olmayacağını söyledi
[Sayfa 7’deki pasaj]
Maralinga deneme alanı radyasyonla kirlenmiş durumdadır
[Sayfa 8’deki pasaj]
“Bir hidrojen bombasının kullanılıp kullanılmayacağına karar vermek bilim adamının sorumluluğu değildir.”—Robert Oppenheimer,atom bilgini
[Sayfa 9’daki resim]
“Akılcı düşüncenin toplumsal yaşamdaki sorunlarımızı çözmeye yetmediğini acı deneyimlerin sonucunda öğrendik.”—Albert Einstein, fizikçi
[Tanıtım notu]
USA National Archives
[Sayfa 5’teki resim tanıtım notu]
Richard T. Nowitz/Corbis
[Sayfa 8, 9’daki resim tanıtım notu]
USAF
Hulton-Deutsch Kolleksiyonu/Corbis