Hayatı Sürdürmek İçin Yaratılan Harikulade İnsan Vücudu
VÜCUDUNUZDA hayatınızı sürdürmenizi ve sağlıklı olmanızı sağlayan eşsiz ve hayranlık uyandıran otomatik mekanizmalar vardır. Bunlardan birkaçını kısaca inceleyelim.
Akciğerleriniz bunlara bir örnektir. İlk sırada, gırtlağın üstünde yuttuğunuz lokmanın akciğerlere gitmesini engelleyen epiglot (gırtlak kapağı) adında bir kapakçık vardır. ‛Öksürmek’, akciğerin kullandığı ikinci bir savunma yöntemidir. Üçüncü olarak, nefes borusuna kaçan küçük parçacıkları yakalayan ve yukarı doğru hareketleriyle bunları dışarı atan küçük kılların bulunduğu yol boyunca yer alan, mukus, yani yapışkan yürüyen bir merdiven sistemi bulunmaktadır.
Akciğerin savunma sisteminin sonuncusu ise, süprüntüyü toplayan akyuvarlardır. Bu sağlığı koruyucu elemanlar, zararlı mikroskobik parçacıkları yutarlar. Akciğerlerimizin güven içinde çalışmasını sağlayan bu mekanizmalara gerçekten şükran borçluyuz.
Siz bu yazıyı okurken, diyaframınız, yani akciğer zarı, büzülüp genişlemektedir. Her büzülmede, ciğerleriniz hava emer ve kaslar gevşediğinde hava dışarı atılır. Diyafram, bu işi dakikada yaklaşık 15 kez yapmak için, beyninizdeki güvenilir bir merkezden emir alır.
Mukaddes Yazıların 3.500 yıl önce yazılan ilk kitabının, hem insanı, hem de hayvanı tanımlarken, İbranice nefeş sözcüğünü kullanması ilginçtir. Bu sözcük harfi anlamda, “nefes alıcı” demektir. Tıbbi açıdan da doğru olduğu gibi, Mukaddes Kitap, nefes almanın hayatın devamlılığını sağladığını ve “burunlarında hayat ruhunun nefesi” olmadığında hem insanların hem de hayvanların hemen öleceklerini söyler.—Tekvin 1:20, 21, 24, 30; 2:7; 7:22.
Nefes almanın amacıyla ilgili olarak diğer eski yazılar, temelsiz tahminler içermektedir. Örneğin, Yunanlı ve Romalı filozoflar, nefes almanın, kalbin içinde bir ateşin yanmasına neden olduğu ve bu iç ateşin de, vücuda gerekli sıcaklığı sağladığı yolunda tuhaf bir teori savunuyorlardı.
Bu teori 16. yüzyıla kadar yaygındı; nefes almanın gerçek amacının ne olduğu ise, 20.yüzyılda açığa kavuşabildi. Havadaki oksijen kan tarafından emilip, vücudu oluşturan trilyonlarca hücreye aktarılmaktadır. Her hücre de oksijeni, enerji üretmek için kullanır. Dünyanın neresine gidersek gidelim, bu hayati amaca hizmet eden değerli madde, yani oksijen bulunabilir. Tıpkı eski bir öğretmenin, Yunanlı bir filozof grubuna söylediği gibi: “Dünyayı ve içinde olan bütün şeyleri yaratan Allah . . . . hepsine hayat, soluk ve her şey veren kendisidir.”—Resullerin İşleri 17:24, 25.
Nefes almak aynı zamanda, vücudu temiz tutmak açısından da hayati bir rol oynar. Kan, ciğerlerden geçtiğinde, taze oksijeni henüz emmeden, karbondioksidi atar. Hareket ettiğimiz zaman, vücudumuzdaki karbondioksit düzeyi yükselir. Fakat mükemmel bir mekanizma sayesinde, hücrelerin bu artık madde tarafından boğulması önlenir. Kan beynin içinde dolaştığı zaman, karbondioksit düzeyindeki herhangi bir artış, beyin tarafından hemen fark edilir. Komuta merkezi, nefes almanın derinliğini ve hızını artırarak, bu durumu dengeler.
Nefes alma olayı otomatik olarak gerçekleşir. Bununla birlikte, tıpkı vites koluna sahip otomatik bir vites mekanizması olan motorlu bir taşıt gibi, nefes alma da, sanki elle kontrol ediliyormuşçasına ayarlanabilir. Bu mekanizmanın, biz suyun altındayken ya da dumanla dolu bir odanın içindeyken, nefesimizi tutmamıza yardım etmesine gerçekten şükran borçluyuz. Fakat nefesimizi sürekli tutamayız, çünkü bilincimizi kaybettiğimiz anda, otomatik mekanizma hemen devreye girer. Bu nedenle uyurken bile, vücudumuz hayatın devamını sağlayan oksijeni almaya devam eder.
İçimizdeki Hayat Irmağı
İnsan vücudundaki hücre sayısı, insanın algılama gücünün ötesindedir. Yerinde bir tahminle, 75 trilyon, yani dünyamızın nüfusunun 15 bin katından daha fazladır. Oksijenin her hücreye ulaşabilmesi için, herhangi modern bir şehirdekinden çok daha karmaşık bir taşıma sistemine gerek vardır.
Kalbin içinden geçen kanı taşımak üzere vücudumuzda atardamarlar, toplardamarlar ve kılcal damarlar şebekesi bulunmaktadır. The Human Body (İnsan Vücudu) adlı kitaba göre bu sistem “160.000 kilometrelik kapalı bir boru sistemidir.” Bu tahmine göre, eğer kılcal damarlarımız uç uca eklenseydi, yeryüzünü dört kez dolanırdı.
Bu karmaşık sistem aynı zamanda, bağırsaklarınızın çeperlerinden emilen küçük besin parçacıklarını da taşımaktadır. Böylece vücudumuzun tamamının, hatta önemsiz gibi görünen yerlerinin bile, besin ve oksijene ihtiyacı karşılanmış olur. Derinizin yüzeyinden yaklaşık beş milyon kıl çıkar ve vücutta, her kılın köküne ulaşan kılcal damarların oluşturduğu bir boru şebekesi bulunmaktadır. Her kıl teli için gösterilen bu ihtimam, gerçekten de hayranlık uyandıran bir şeydir. İsa şakirtlerine “korkmayın . . . . sizin başınızın saçları bile hep sayılıdır” diyerek güvence verdi.—Matta 10:28, 30.
Kanın içerdiği maddeler, vücudumuzun dakikada yaklaşık üç milyar yeni hücre yapmasını mümkün kılar. Kılların büyümesi, kıl kökündeki hücrelerin çoğalmasından kaynaklanır. Vücudun derisi soyulunca, altından yeni deri hücreleri üreyip çoğalır. Eski hücreler bağırsaklarınızın çeperlerinden atılınca, yerlerine yenileri üretilir. Kemik iliklerinizde her saniye milyonlarca alyuvar üretilir.
Doğal olarak, tüm bu işlemler sonucunda epeyce artık madde oluşur. Bu durumda kan dolaşımı imdada yetişir; karbondioksit ve başkaca küçük artık maddeleri alıp götürür. Ölü hücreler gibi büyük artık maddeler ise, kandaki akyuvarlar tarafından yutulur. Bu sağlığı koruyucu elemanlar, büyük sayılar halinde, görevlerini yapmak üzere, enfeksiyonlu bölgelere toplanırlar. Tıp bilimi keşfetmeden önce, Mukaddes Kitap bu gerçekleri basit bir dille şöyle açıklamıştır: “Etin canı [veya hayatı] kandadır.”—Levililer 17:11, 14.
Acil Durum—Kan Kaybı İle Başa Çıkmak
Şiddetli kanamalara neden olan bir yaralanma olayıyla hiç karşılaştınız mı? Eğer çok fazla kan kaybettinizse, ölebilirdiniz. Fakat çoğu zaman, bilimin tam olarak açıklayamadığı, olağanüstü acil durum mekanizmaları, böyle bir sonucun gerçekleşmesini engeller.
Bir kan damarı kopunca, büzülür ve böylece kan akışı azalır. Bunun ardından hemen ikinci bir mekanizma devreye girer. Kandaki trombositler (pıhtılaşmaya yardımcı olan kan elemanları) yara etrafında yapışkanlaşırlar ve yan yana kümelenirler. Daha sonra yara alanında fibrin (trombin etkisiyle oluşan ve kanın pıhtılaşmasını sağlayan, protein yapısındaki madde) lifleri oluşmaya başlar. Bunlar kanın en ufak damlasının çıkışını engelleyen pıhtı maddesi meydana getirecek şekilde trombositleri birbirine bağlar.
Yukarıda sözü edilen bu mekanizmalar sorunla başa çıkmakta başarısız olurlarsa, acaba ne olur? Devam eden kanama, başka mekanizmaları harekete geçirir. Atardamarlardaki küçük reseptörler (alıcı sinirler), kan basıncındaki herhangi bir azalmayı derhal fark ederler. Beyne, kan damarlarını daraltacak şekilde tepki göstermesi için mesajlar gönderilir. Beyin, aynı zamanda, daha şiddetli atması için kalbe emir verir. Eğer kanama devam ederse, beyin kendisi de zarar görür ve sinir reflekslerini artırarak tepki gösterir. Dakikada 72 olan normal kalp atışı, 200’e kadar çıkabilir. Bu gibi mekanizmalar acaba ne kadar etkilidir?
Daralan kan damarları, vücudun uzak kısımlarına giden kan akışını azaltırlar. Bu durum, çoğalan kalp atışıyla birlikte, kan basıncını muhafaza eder. Dr. A. Rendle Short, Wonderfully Made (Harikulade Yaratılmışız) adlı kitabında şunları söylemektedir: “Bununla birlikte, çok güzel bir düzenleme vasıtasıyla, beynin atardamarları, söz konusu genel daralmanın dışında tutulurlar.” Aynı şey, kalp kaslarını besleyen atardamarlar için de geçerlidir. Böylece kan, bu hayati organların içinden normal hızla akmaya devam eder. Prof. Arthur Guyton’un yazdığı Textbook of Medical Physiology’e (Tıbbi Fizyoloji Ders Kitabı) göre, yukarıda sözü edilen refleksler, “ölüme yol açmadan kaybedilecek kan miktarını, reflekslerin olmadığı zaman mümkün olan miktarın iki katına çıkarabilirler.”
Bu arada başka mekanizmalar, kanın miktarını artırmak üzere çalışmaya başlarlar. Dr.Miller’in The Body In Question (Söz Konusu Vücudumuz) adlı kitabında belirttiği gibi, “önem bakımından en önde gelen şey, sıvı miktarının artırılmasıdır. Eğer kan kaybı yeterince yavaş bir hızdaysa, vücut kanı sulandırarak bu işi kendiliğinden yapabilir. Sıvılar dokulardan alınır ve idrar miktarında otomatik olarak oluşan bir azalmayla birlikte, ağız yoluyla alınan su miktarında da bir artış görülür.”
Dr. Miller, kanama durumunda kan naklinin yapılmasını tercih ediyorsa da, şunu kabul etmektedir: “Hayat için en büyük tehlike kan yetersizliği değil, yetersiz sıvı miktarıdır . . . . Kan yerine plazma kullanılması . . . . başlangıç aşamasında kabul edilebilir bir tedavi yöntemidir, çünkü bu yöntem, vücudun kan kaybını karşılama yolunun benzeridir.” Prof. Guyton şöyle demektedir: “Çeşitli yapay plazmalar; substitütler, gerçek plazmanın kanın sıvı kısmının [dolaşım sistemindeki] işlevlerinin neredeyse, tam aynısını yapacak şekilde üretilmiştir.”
Vücut aynı zamanda, oksijen taşıyan alyuvarların yetersizliğini karşılayacak bir mekanizmaya da sahiptir. The Living Body (Yaşayan Vücut) adlı diziden alınan “Accident” (Kaza) adlı televizyon belgeselinin açıkladığı gibi, “normal olarak kemik iliğimiz, tam kapasitesinin yüzde 20’sini kullanarak alyuvarları üretir. Bu demektir ki, alyuvarlara acil bir ihtiyaç duyulduğunda, üretim hızını yaklaşık beş katına çıkarabiliriz.”
Bir kaza olayında, vücudumuzun içinde böyle mekanizmalar bulunduğu için ne kadar müteşekkir olmalıyız. Diğer mekanizmalar da bizi, öldürücü mikropların tehdidinden korur.
Bağışıklık Sisteminiz
Bazen, tehlikeli bakteriler ve virüsler vücuda girip çoğalabilirler. Çok şükür, bu tehlikeli istilacılara saldırıp onları yok edecek büyük bir savaşçı orduya, yani beyaz kan hücrelerine (akyuvarlara) sahibiz. Ama bununla birlikte, bilimin hâlâ anlayamadığı fevkalade bir mekanizma sayesinde, beyaz kan hücreleri, (akyuvarlar) vücudun sağlıklı hücrelerine normal olarak zarar vermezler.
Televizyonda belki bu yetenekli savaşçıları çalışırken gördünüz. Bir akyuvarın zararlı bir maddeyi kuşatıp yutmasını izlemek olağanüstü bir şeydir, ama başka bir tanesinin, vücut hücrelerinden birinin bir virüs tarafından etkilendiğini görünce onu bir arkadaşının yardımıyla öldürdüğünü izlemek, çok daha hayranlık uyandırıcıdır. Böylece enfeksiyon önlenmiş olur.
Eğer öldürücü bir virüs ya da başka bir düşman ilk kez vücuda girmişse, bağışıklık sistemimizin onu yok etmesi birkaç gün sürebilir. İlk önce uygun lenfosit (özel bir akyuvar türü) bulunmalıdır. Vücudun seçebileceği milyonlarca lenfosit vardır ve bunların her biri, başka bir virüsü etkileyecek bir silah çeşidi üretme yeteneğine sahiptir.
Uygun lenfosit bulunur bulunmaz, büyük bir hızla çoğalmaya başlar. Birkaç gün içinde, kan, bu savaşçılarla dolar ve bunlar, düşmanı ya mandal gibi sıkıştırıp yok ederler, ya da faaliyetsiz kılıp yok olmasına neden olan antikorları üretirler. The Body Machine (Vücut Makinesi) adlı kitapta şunlar yazılıdır: “Antikor, tıpkı bir anahtarın kilide uyduğu gibi, virüsün yüzeyindeki moleküllere, kendisini yapıştırır.”
Bağışıklık sisteminizin dikkate değer başka bir yeteneği daha vardır. Uygun savunma silahı bir kez bulundu mu, bağışıklık sistemi artık onu hiç unutmaz. Bu demektir ki, aynı mikrop türü tarafından yapılan başka bir saldırıda, etkin antikorlar, büyük bir hızla üretilebilirler. Elements of Microbiology (Mikrobiyolojinin Ögeleri) adlı ders kitabı şu açıklamayı yapmaktadır: “Kızamık, kabakulak ya da suçiçeği gibi çocuk hastalıklarını geçiren bir kişi, genellikle bu tip hastalıklara artık yakalanmaz.”
Bu hafıza mekanizmasıyla işbirliği yaparak tıp bilimi çok başarılar kaydetmiştir. Aşılar, bağışıklık sisteminin, bir kimsenin daha önce geçirmemiş olduğu bir hastalığa karşı antikorlar üretmesini sağlar. Böylece çocuklar, bazı hastalıklara karşı bağışıklık kazanırlar. Fakat bazı hastalıklar, insanın bunları kontrol altına alma çabalarına karşı koymaktadırlar.
Elements of Microbiology adlı kitap şunu söylemektedir: “Antikorlar hakkında daha çok bilgi sahibi olmak, kanser ve saman nezlesi gibi bazı hastalıkların daha iyi kontrol edilmesini sağlayabilir.” Aynı kitap şöyle devam etmektedir: “Gelecekteki araştırmalar, tüm insanların ömürlerini uzatmak ve sağlıklarını daha iyi korumak için, bağışıklık sisteminin gücünün yaşlılıkta da nasıl kullanılabileceği konusunda daha geniş bir anlayış vermelidir.” Bununla birlikte 1981’de, bu ders kitabı yayımlandığında, Kazanılmış Bağışıklık Yetersizliği Sendromu (AIDS) teşhis edildi. Adından da anlaşıldığı gibi, AIDS virüsü vücudun bağışıklık sisteminin bir bölümüne saldırıp, kurbanlarını belirli hastalıklara karşı savunmasız bırakmaktadır.
Burada bir çelişki mi var? İnsan vücudu gerçekten, hayatı sürdürebilecek biçimde yapılmıştır. Kendisini harikulade şekilde savunmakta, onarmakta ve yenilemektedir. Ama bir şey hâlâ eksiktir. Gerçi, Mukaddes Kitaptaki prensipleri takip ederek, AIDS gibi bazı hastalıklardan korunmanın mümkün olduğu doğrudur. (Resullerin İşleri 15:28, 29; II. Korintoslular 7:1) Fakat kanser gibi bazı hastalıklar büyük bir dikkatle önlemler alan bazı kişileri bile etkilemektedir. Bunun nedeni acaba nedir? İnsan ölmek için mi, yoksa yaşamak için mi yaratılmıştır? Bu sorunun cevabını, bundan sonraki makalede müzakere edeceğiz.
[Sayfa 54’teki şema]
(Ayrıntılı bilgi için lütfen yayına bakın.)
Gırtlak kapağı akciğeri koruyan birçok mekanizmadan biridir
Gırtlak kapağı açık durumda
Gırtlak kapağı kapalı durumda
Nefes borusu
Yemek borusu
[Sayfa 55’teki şema]
(Ayrıntılı bilgi için lütfen yayına bakın.)
Vücutta, her bir kıl köküne giden bir kılcal damar şebekesi vardır
Saç bezciği
Kan damarı
[Sayfa 56’daki resim]
Dakikada yaklaşık üç milyar hücre üreterek, vücut, kendisini yenilemektedir
Bir hücrenin kesiti
[Sayfa 57’deki resim]
Hastalıklarla savaşan bir bağışıklık sistemiyle birlikte dünyaya gelmekteyiz