Watchtower ONLINE KÜTÜPHANE
Watchtower
ONLINE KÜTÜPHANE
Türkçe
  • KUTSAL KİTAP
  • YAYINLAR
  • İBADETLER
  • Kan Hayat İçin Çok Önemlidir
    Kan Hayatınızı Nasıl Kurtarabilir?
    • kan nakli yoluyla hızla iyileştiği vakalardan söz edebilirler. Bu nedenle aklınıza şöyle bir soru gelebilir: ‛Acaba bu, tıbbi açıdan ne derece hikmetli veya hikmetsiz bir yöntemdir?’ Kan nakli ile ilgili tıbbi dayanaklar ancak kan terapisini desteklemek üzere dikkatimize sunuluyor; o halde, kanla ilgili bilinçli bir karar verebilmek için, gerçekleri öğrenmeye hakkınız var.

  • Kan Nakli: Ne Kadar Güvenilir?
    Kan Hayatınızı Nasıl Kurtarabilir?
    • Kan Nakli: Ne Kadar Güvenilir?

      Düşünen bir kişi, ciddi bir tıbbi işlemi kabul etmeden önce, o işlemin tüm olası yarar ve risklerini bilmek isteyecektir. Ya kan nakli için ne denilebilir? Kan nakli şimdi tıp alanında kullanılan temel bir yöntem haline gelmiştir. Hastalarıyla candan ilgilenen pek çok doktor, onlara hiç tereddütsüz kan verebilmektedir. Kanın diğer bir adı da hayat hediyesi olmuştur.

      Bugüne kadar milyonlarca kişi kan almış veya vermiştir. 1986-1987 yıllarında nüfusu 25 milyon olan Kanada’da kan veren 1 milyon 300 bin kişi vardı. “İstatistiklerin elde edilebildiği geçtiğimiz yıl, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde kan nakillerinde 12 ilâ 14 milyon ünite kan kullanıldığı kaydedilmiştir” (The New York Times, 18 Şubat 1990).

      “Kan daima ‛sihirli’ olma niteliğini korumuştur,” diyen Dr. Louise J. Keating şu gerçeği kaydediyor: “İlk 46 yıl boyunca, gerek doktorlar, gerekse de halk kanı aslında olduğundan daha güvenilir sandılar” (Cleveland Clinic Journal of Medicine, Mayıs 1989). Öyleyse, acaba o zamanlar durum neydi ve şimdi nedir?

      Bundan 30 yıl önce bile, patoloji uzmanları ve kan bankasında görevli personel şöyle uyarıldı: “Kan dinamittir! Çok büyük yarar ya da çok büyük zarar verebilir. Kan nakli yüzünden meydana gelen ölüm oranı, bir eter anestezisi veya bir apandisit ameliyatı sırasında meydana gelen ölüm vakalarının oranına eşittir. Yaklaşık olarak her 1.000 ilâ 3.000 veya en iyi ihtimalle 5.000 kan naklinde bir ölüm olayının meydana geldiği rapor edilmektedir. Londra bölgesinde, ortalama olarak nakledilen her 13.000 şişe kanda bir ölüm olayına rastlanmıştır” (New York State Journal of Medicine, 15 Ocak 1960).

      Acaba o zamandan bu yana tehlikeler yok edilerek kan nakli risksiz bir hale mi getirildi? Açıkçası, her yıl yüzbinlerce kişinin vücudu, verilen kana karşı ters reaksiyon göstermekte ve pek çok kişi de ölmektedir. Bu açıklamaların ışığında, aklınıza kanla bulaşan hastalıklar gelmiş olabilir. Ama bunlara geçmeden önce, genelde az bilinen bazı riskleri ele alalım.

      KAN VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİZ

      20. yüzyılın başlarında, bilim adamlarının çalışmaları, kanın karmaşık ve harikulade yapısına ışık tuttu ve insanın bu konudaki anlayışını derinleştirdi. Farklı kan gruplarının varlığı keşfedildi. Kan nakillerinde kan verenin kanı ile hastanın kanının uyuşması hayati bir önem taşır. Eğer kan grubu A olan bir kimseye B grubu kan verilirse, vücut çok şiddetli bir hemolitik reaksiyon gösterebilir. Böyle bir reaksiyon sonucu alyuvarlardan çoğu yok olacağından, kişi derhal ölebilir. Her ne kadar bugün, kan gruplarının karşılaştırılması ve kan uyuşma testlerinin yapılması günlük işler haline geldiyse de, yine de hatalar yapılabilmektedir. Her yıl hemolitik reaksiyondan dolayı ölenler olmaktadır.

      Gerçekler, kan uyuşmazlığı meselesinin, çok defa hastaneler tarafından aranan birkaç ana kan grubunun uyuşmasının yetersizliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Neden? Bunun nedenini, Dr. Douglas H. Posey, Jr. bir kitabında şöyle açıklıyor: “Yaklaşık 30 yıl önce, Sampson, kan naklini nispeten riskli bir işlem olarak nitelemişti . . . . [O zamandan bu yana] en az 400 adet farklı alyuvar antijeni daha tespit edilip sınıflandırıldı. Bu sayının giderek artacağına da hiç şüphe yok, zira alyuvar zarı son derece karmaşık bir yapı göstermektedir” (“Blood Transfusion: Uses, Abuses, and Hazards,” Journal of the National Medical Association, Temmuz 1989).

      Bilim adamları şimdi de, nakledilen kanın, vücudun bağışıklık sistemi üzerindeki etkisi konusunda çalışmalar yapıyorlar. Acaba bu bizzat sizin ya da cerrahi müdahaleye ihtiyacı olan bir yakınınız için ne anlama gelebilir?

      Doktorlar bir kalp, karaciğer veya başka bir organ naklettiklerinde, organ nakledilen kişinin bağışıklık sistemi, nakledilen yabancı dokuyu sezip onu reddedebilir. Fakat, kan nakli de bir doku naklidir. Uyuşma testi “doğrulukla” yapılmış olan bir kan bile vücudun bağışıklık sistemine zarar verebilir. Patologların düzenlediği bir konferansta, tıbbi araştırmalara dayanan yüzlerce makalenin, vücuttaki “bağışıklık sisteminin verdiği tepkileri kan nakline bağladığı” noktası dikkate sunulmuştur (“Case Builds Against Transfusions [Kan Nakli Aleyhinde Biriken Vakalar],” Medical World News, 11 Aralık 1989).

      Bağışıklık sisteminizin başta gelen görevlerinden biri, vücudunuzdaki kötü huylu (kanser) hücreleri saptayıp yok etmektir. Acaba bağışıklık sisteminin baskı altında kalıp işlevini yerine getirememesi kansere ve ölüme yol açabilir mi? Bu konuda iki rapora dikkat edelim:

      Cancer dergisi (15 Şubat 1987), Hollanda’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarını yayımladı: “Kalın bağırsak kanseri olan hastalarda, kan naklinin uzun vadeli iyileşme üzerinde göze çarpar derecede ters bir etki yarattığı görüldü. Bu grupta, toplam 5 yıllık bir vadede, kan nakli yapılanların % 48, kan nakli yapılmayan hastaların ise % 74’ünün hayatta kaldıkları görüldü.” Güney California Üniversitesi’ndeki doktorlar da, kanser ameliyatı geçiren yüz hastayı dikkatle izlediler. “Gırtlak kanserinin nüksetme oranı, kan verilmeyen hastalarda % 14, kan verilenlerde ise % 65 olarak gerçekleşti. Ağız içi, yutak ve burun veya sinüs kanserleri, kan verilmeyen hastalarda % 31, kan verilenlerde ise % 71 oranında nüksetti” (Annals of Otology, Rhinology & Laryngology, Mart 1989).

      Acaba bu gibi araştırmalar, kan nakli ile ilgili nasıl bir izlenim uyandırıyor? Bir makalesinde Dr. John S. Spratt şu sonuca varıyor: “Kanser cerrahının, kansız ameliyat yapan bir cerrah olması gerekebilir” (“Blood Transfusions and Surgery for Cancer [Kan Nakli ve Kanser Ameliyatı]” The American Journal of Surgery, Eylül 1986).

      Bağışıklık sisteminizin bir başka önemli görevi de vücudunuzu enfeksiyona karşı savunmaktır. Bunun ışığında, kan verilen hastaların enfeksiyona daha eğilimli olduklarını gösteren araştırmaları anlamak daha kolay olsa gerek. Dr. P. I. Tartter, kalın bağırsak cerrahisi üzerine bir araştırma yaptı. Kan nakli yapılan hastalardan % 25’inde enfeksiyon görülürken, kan verilmeyen hastaların sadece % 4’ünde enfeksiyona rastlandı. Doktor şu sonuca vardı: “İster ameliyat öncesi, ister ameliyat esnasında, isterse ameliyat sonrasında verilsin, kan nakli ile enfeksiyon şeklinde görülen komplikasyonlar arasında bir bağlantı saptanmıştır . . . . Ne kadar çok kan verilirse, ameliyat sonrası ortaya çıkabilecek enfeksiyon riski de o denli artmaktadır” (The British Journal of Surgery, Ağustos 1988). Amerikan Kan Bankaları Birliğinin 1989 yılındaki toplantısına katılanlar şunu öğrendiler: Kalça protezi ameliyatı sırasında kan verilen hastaların % 23’ünde enfeksiyon ortaya çıkmasına karşın, kan verilmeyenlerin hiçbirinde enfeksiyon görülmedi.

      Kan naklinin bu etkisi hakkında Dr. John A. Collins şunları yazdı: “Fayda verip vermeyeceği şüpheli olan bir ‛tedavi’, sonuçta bu tür hastaların sahip olduğu asıl problemleri daha da şiddetle ortaya çıkarıyorsa, böyle bir tedaviyi uygulamak komik olacaktır” (World Journal of Surgery, Şubat 1987).

      HASTALIKTAN KURTULMAK MI HASTALIĞA DÜŞMEK Mİ?

      Kan yoluyla hastalık bulaşma riski, vicdanlı doktorları ve pek çok hastayı tedirgin etmektedir. Acaba hangi hastalık? Açıkçası, söz konusu hastalık bir tane değildir; kanla bulaşan sayısız hastalık vardır.

      Bir kitap, genelde iyi bilinen hastalıkları ele aldıktan sonra, sifiliz (frengi), malarya (sıtma) ve sitomegalovirüs (CMV) gibi “kan naklinden kaynaklanan, enfeksiyon yapan diğer hastalıklara” dikkat çekerek şöyle diyor: “Kan nakli yoluyla daha pek çok hastalığın bulaştığı rapor edilmiştir. Bunlardan bazıları herpes virüsünün sebep olduğu çeşitli enfeksiyonlar, enfeksiyöz mononükleoz (Epstein-Bar virüsü), toksoplazmozis, tripanozomiazis, [Afrika uyku hastalığı, Chagas hastalığı], leishmaniasis, bruselloz [dalgalı ateş], tifüs, filariazis, kızamık, salmonellozis ve Kolorado humması” (Techniques of Blood Transfusion [Kan Naklinin Teknikleri], 1982).

      Aslında bu tür hastalıkların listesi giderek uzamaktadır. “Kan Naklinden Lyme Hastalığı Geçer Mi? Pek Muhtemel Değil, Ama Uzmanlar İhtiyatlı” gibi başlıkları belki siz de okumuşsunuzdur. Acaba test sonucu Lyme hastalığı taşıdığı anlaşılan bir kimsenin kanı ne derece güvenilirdir? Bir panelde yer alan tüm sağlık görevlilerine böyle bir hastanın kanını şahsen kabul edip etmeyecekleri soruldu. “Hepsi hayır diye cevap vermelerine rağmen, hiçbiri bu tür hastalığı olanlardan alınan kanın atılmasını tavsiye etmedi.” Kan bankasına depolanmış olan, ama uzmanların kendileri için kabul etmedikleri kan hakkında acaba halk ne düşünmeli? (The New York Times, 18 Temmuz, 1989).

      Endişe yaratan ikinci bir neden de, bir tür hastalığın kol gezdiği bir kıtadan toplanan kanın, çok uzaklarda, halkın ve doktorların tehlikeden tamamen habersiz oldukları bir yerde kullanılma olasılığıdır. Bugün seyahatlerdeki, mülteci ve göçmen sayılarındaki artışlar, bir kan ürününde yabancı bir hastalığın bulunma riskini artırmaktadır.

      Bir enfeksiyöz hastalıklar uzmanı şu uyarıda bulundu: “Lösemi, lenfom ve dementia [veya Alzheimer hastalığı] gibi daha önceleri enfeksiyöz özellikli olmadığı düşünülen pek çok hastalığın bulaşıp yayılmasını önlemek için, kanın kullanılmadan önce teste tabi tutularak taranması gerekecektir” (Transfusion Medicine Reviews, Ocak 1989).

      Tüyler ürperten bu riskler yetmiyormuş gibi, daha başka yeni hastalıklar daha büyük bir dehşet yaratmıştır.

      AIDS: KITA ÇAPINDA SALGIN BİR HASTALIK

      “AIDS, doktor ve hastaların kan hakkındaki düşünceleri kökten değişmiştir. ABD’de Milli Sağlık Enstitüsünde kan nakli hakkında bir konferans için bir araya gelen doktorlar, görüş birliği içinde bu yeni fikre değinerek ‛hiç de fena fikir sayılmaz’ dediler” (Washington Post, 5 Temmuz 1988).

      AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome [Edinilmiş Bağışıklık Yetersizliği Sendromu]) salgını, kan yoluyla enfeksiyöz hastalıkların bulaşma tehlikesine karşı insanları şiddetle uyandırdı. Bugün milyonlarca kişi AIDS ile enfekte durumdadır. Hastalık, kontrolden çıkarak süratle yayılmaya devam etmektedir. Ölüm oranı ise gerçekte % 100’dür.

      AIDS’e ‛human immunodeficiency virus’ (HIV) [İnsana özgü Bağışıklık Yetersizliği Virüsü] adı verilen bir virüs yol açmakta ve kan yoluyla da bulaşabilmektedir. Çağımızın AIDS belası 1981’de keşfedildi. Hemen sonraki yıl, sağlık uzmanları virüsün kanla veya kan ürünleriyle geçebildiğini öğrendiler. Kan endüstrisinin bu konuda çok gevşek davrandığı, hatta kanın içindeki HIV antikorlarını teşhis etmeye yarayan testler bulunduktan sonra bile bu konuda çok yavaş davrandığı ancak şimdi itiraf ediliyor. Hastaya verilecek kanın AIDS testi nihayet 1985’dea yapılmaya başlandı; fakat o yıl bile, bu testler raflardaki yerini zaten çoktan almış olan kan ürünlerine uygulanmadı.

      Daha sonraları halka şu güvence verildi: ‛Kan artık risksizdir.’ Ne var ki, bir süre sonra, hastalığın tehlikeli bir “kuluçka süresi” olduğu açıklandı. Bir kimsenin vücuduna AIDS virüsü girdikten sonra, vücut buna karşı teşhis edilebilen antikorlar üretene kadar aylar geçebileceği söylendi. Buna göre AIDS virüsü barındırdığından habersiz olan bir kimse kan verebilir; verdiği kanda da AIDS testi negatif, yani temiz çıkacaktır. Bunlar olmamış şeyler değildir. Kendilerine bu tür kan nakledilen insanlarda AIDS belirtilerinin başgösterdiği vakalar vardır!

      Tablo gittikçe daha korkunç bir hal aldı. The New England Journal of Medicine (1 Haziran 1989) “Gizli HIV Enfeksiyonu” bulgularını açığa vurdu. Bu AIDS virüsünün mevcut olan dolaylı testlerle teşhis edilemeden insanlarda yıllarca barınabileceği saptanmıştı. Bazıları bunun nadir rastlanan bir durum olduğunu öne sürerek önemini küçümsüyorlar. Ama, nadir de olsa, bu gibi vakalar “kan ve kan ürünleri vasıtasıyla AIDS bulaşma riskinin asla tamamen yok edilemeyeceğini” ispat etmesi açısından önemlidir. (Patient Care, [Hasta Bakımı] 30 Kasım 1989) Bütün bunlar, tedirginlik yaratan şu sonuca işaret ediyor: Sonucu negatif çıkan bir AIDS testi, virüs taşımayan temiz bir bedenin garantisi olamaz. Acaba daha kaç kişi kan yoluyla AIDS’e yakalanacak?

      SIRADA NE Mİ VAR? NELER Mİ?

      Çoğu apartman sakini, üst kattan gelen sert bir ayak sesiyle uyanmanın ne demek olduğunu bilir. Bir sonraki darbeyi beklerken sinirler gerilir. Kan çıkmazındaki gergin bekleyişte ise, kaç tane daha öldürücü darbe gelebileceğini hiç kimse bilmiyor.

      AIDS virüsü, HIV harfleriyle tanımlanmıştı. Ama bazı uzmanlar şimdi onu HIV-1 sembolüyle gösteriyorlar. Neden acaba? Çünkü şimdi AIDS türünde bir başka virüsün (HIV-2) bulgularına rastlıyorlar. AIDS semptomlarıyla kendini belli eden bu virüs, bazı bölgelerde oldukça yaygın bir tablo arz etmekte. Üstelik, The New York Times (27 Haziran 1989) gazetesinin bildirdiği gibi, bu virüs “bilinen AIDS testi usulleriyle tutarlı bir şekilde teşhis edilememektedir, . . . . Yeni bulgular, . . . . kan bankalarının verilen bir kanın risksiz olduğundan emin olmalarını daha da güçleştirmektedir.”

      Ya AIDS virüsünün uzak akrabaları için ne denilebilir? ABD’deki bir başkanlık komisyonu, bu virüslerden birinin “yetişkinlerde görülen T-hücreli lösemi/lenfom ve şiddetli bir nörolojik hastalığa yol açtığının sanıldığını” söyledi. Kanla bulaşabilen bu virüs şimdi kan veren kesimin kanında bulunuyor. Öyleyse insanlar şu soruyu sormakta haklıdırlar: ‛Acaba kan bankalarında bu diğer virüsler ne derece etkili şekilde taranıyor?’

      Gerçekte, kanla bulaşan virüslerden kaç türünün kan içinde pusuda yattığını ancak zaman ortaya koyacak. “Henüz bilinmeyenler, şu an bilinenlerden daha büyük bir endişe kaynağı olabilir,” diyen Dr. Harold T. Meryman, yazısına şöyle devam ediyor: “Vücuda girişi ile belirtilerinin meydana çıkışı arasında yıllarca zaman geçen türdeki bulaşıcı virüslerin kan nakli yoluyla geçtiğini kesin olarak belirlemek ve hatta böyle virüsleri teşhis bile etmek imkânsız denecek kadar zor olacaktır. Kendi türünde ilk olarak su yüzüne çıkan HTLV grubu virüsünü, bu türden başka virüslerin izleyeceğine şüphe yoktur” (Transfusion Medicine Reviews, Temmuz 1989). “Sanki AIDS salgını yeterince büyük bir felaket değilmiş gibi, . . . . 1980’li yıllarda kan naklinin yeni ileri sürülen veya açıklanan bazı riskleri dikkat çekmeye başladı. Başka virüslerin sebep olduğu ciddi hastalıkların var olabileceğini ve bunların da kan nakli yoluyla bulaşabileceğini tahmin etmek, herhalde pek büyük bir hayal gücü istemez” (Limiting Homologous Exposure: Alternative Strategies, 1989).

      Şimdiye dek o kadar çok ölümcül “darbe” geldi ki, Hastalık Kontrol Merkezleri “evrensel önlemler” alınmasını tavsiye ediyorlar. Yani, ‛sağlık görevlileri, tüm hastaların HIV virüsü ve kanla bulaşan diğer hastalık etkenlerini taşıdığını varsaymalıdırlar.’ Sağlık görevlileri ve halktan bazı kişiler kan hakkındaki fikirlerini değiştiriyorlarsa, gerçekten geçerli bir nedene sahipler demektir.

      [Dipnotlar]

      a Henüz, elimizdeki tüm kanın testten geçirildiğini düşünmemiz yanlış olur. Gelen raporlara göre, 1989’un başlarında Brezilya’daki kan bankalarının % 80’i hükümetin kontrolu altında olmadığından AIDS testi yapılmadı.

      [Sayfa 8’deki çerçeve]

      “Yaklaşık her 100 kan naklinden birini, ateş, titreme veya ürtiker (şiddetli bir deri alerjisi) izlemektedir. . . . . Yaklaşık her 6.000 alyuvar naklinden 1’i hemolitik reaksiyona yol açmaktadır. Bu, bağışıklık sisteminin gösterdiği çok şiddetli bir reaksiyon olup ya akut olarak ya da kan naklinden birkaç gün sonra gecikmeli olarak baş gösterir; akut [böbrek] yetersizliğine, şoka, damar içi kan pıhtılaşmasına ve hatta ölüme bile yol açabilir” (National Institutes of Health [NIH] konferansı, 1988).

      [Sayfa 9’daki çerçeve]

      Danimarkalı bilim adamı Niels Jerne 1984 Nobel Tıp ödülünü paylaştı. Kan naklini neden reddettiği kendisine sorulduğunda, şöyle cevap verdi: “Bir kimsenin kanı, tıpkı parmak izleri gibidir; birbirine tam olarak uyan iki çeşit kan yoktur.”

      [Sayfa 10’daki çerçeve]

      Kan, Tahrip Olmuş Karaciğer, Ve . . .

      Washington Post, “garip gerçek şu ki, kanla bulaşan AIDS . . . . asla hepatit gibi diğer hastalıklar kadar büyük bir tehdit oluşturmamıştır,” yorumunda bulundu.

      Evet, çok sayıda insan, belirli bir tedavisi olmayan hepatit yüzünden feci şekilde hastalanarak can verdi. U.S. News & World Report’a göre (1 Mayıs 1989) Amerika Birleşik Devletleri’nde kan verilenlerin % 5’i, yani her yıl 175.000 kişi hepatite yakalanıyor. Bunların yarısı hastalığın kronik taşıyıcısı olurken, en az beşte biri de siroz veya karaciğer kanseri oluyor. 4.000 kişinin de öldüğü tahmin ediliyor. Bir jumbo jet uçağının yere çakılması sonucu uçaktakilerin tümünün öldüğüne dair bir haber başlığı okuduğunuzu varsayın. 4.000 ölü, her ay yolcu dolu bir jumbo jet’in düşmesi demektir!

      Doktorlar, hafif bir hepatit türünün (hepatit-A) iyi temizlenmemiş yiyeceklerden veya sudan bulaştığını öteden beri biliyorlardı. Sonra daha ciddi bir türünün kan yoluyla bulaştığını fark ettiler, ama kanı taramadan geçirebilecekleri bir yöntem henüz yoktu. Nihayet, yetenekli bilim adamları, bu virüsün (hepatit-B) “izlerini” teşhis etmeyi başardılar. 1970’lerin başında, bazı ülkelerde kan, hepatite karşı taranmaya başlandı. Artık kan risksiz, geleceği ise parlak görünmeye başladı! Ama, acaba öyle mi oldu?

      Çok geçmeden, taramadan geçirilmiş kan verilen binlerce insanın hepatit belirtileri gösterdiği anlaşıldı. Bunlardan pek çoğu, zayıf düşüren bir hastalık döneminden sonra, ciğerlerinin tamamen tahrip olduğunu öğrendiler. Oysa kan teste tabi tutulmuştu; o halde neden böyle oluyordu? Çünkü kan, non-A, non-B hepatit (NANB) olarak adlandırılan başka bir tür hepatit içeriyordu. Bu tür, bir on yıl boyunca, İsrail, İtalya, Japonya, İspanya, İsveç ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan kan nakillerinin % 8 ila 17’sinde bulaşıcı rol oynadı.

      Sonra “Esrarengiz Hepatit Non-A, Non-B Virüsü Nihayet Tecrit Edildi”; “Kandaki Humma Kırıldı” şeklindeki haberler mahşetlere konu oldu. Mesaj yine aynıydı: ‛Ele geçmez virüs nihayet bulundu.’ Sonra, 1989 yılının Nisan ayında, NANB türü hepatiti belirleyen bir testin artık bulunduğu kamuoyuna açıklandı ve hepatitin bu türü hepatit-C olarak adlandırıldı.

      Şimdi duyulan sevinç dolu heyecanın da belki aceleye getirildiğini düşünmek hakkınızdır. Nitekim, İtalyan araştırmacılar, şimdi yeni bir tür, mutasyona uğramış bir hepatit virüsüne rastladıklarını ileri sürüyorlar; hepatit vakalarının üçte birinden sorumlu olduğu sanılıyor. Harvard Medical School Health Letter’in (Kasım 1989) kaydettiğine göre, “Bazı yetkililer, hepatit alfabesinin, A, B, C ve D harfleri ile sınırlı olmadığından endişe duyuyorlar; yenileri de türeyebilir.” The New York Times (13 Şubat 1990) ise, şu haberi verdi: “Uzmanlar, başka virüslerin de hepatite yol açabileceğinden kuvvetli bir şüphe duyuyorlar; eğer keşfedilirse, bunlar da hepatit E ve izleyen harflerle adlandırılacaklar.”

      Acaba kan bankaları, kanı daha risksiz bir hale getirmek için daha fazla testler icat etmek zorunda mıdırlar? Maliyet probleminden yakınan Amerikan Kızıl Haç başkanı, endişe veren şu yorumda bulundu: “Yayılma riski olan her hastalık etkeni için test üstüne test icat edecek gücümüz yok” (Medical World News, 8 Mayıs 1989).

      Hepatit-B için geliştirilen test bile yanılabiliyor; hâlâ pek çok insan kan yoluyla buna yakalanıyor. Dahası, hepatit-C için geliştirildiği ilan edilen test acaba insanları tatmin edebilecek mi? The Journal of the American Medical Association (5 Ocak 1990) vücudun hastalığa karşı ürettiği antikorların test ile teşhis edilebilmesinin bir yılı bile bulacağını gösteriyor. Tabii bu arada kan nakli yapılan insanların nelere maruz kalabileceği belli: Tahrip olmuş bir karaciğer ve –ölüm.

      [Sayfa 11’deki çerçeve/resim]

      Chagas hastalığı, kanın çok uzaklardaki insanlara bile nasıl hastalık taşıdığını gösteriyor. “The Medical Post” (16 Ocak 1990) ‛Latin Amerika’da 10-12 milyon insanın kronik şekilde enfekte’ olduğunu bildiriyor. Bu hastalık, “Güney Amerika’da kan nakli yoluyla bulaşan en tehlikeli hastalıklardan biri” olarak nitelenmiştir. “Katil bir böcek” uyumakta olan bir kurban bulup, yüzünden ısırır, kanını emer ve yaranın içine pisleyip gider. Kurban, ölümcül kalp rahatsızlıkları başgösterene kadar (bu arada belki kan bağışları da yaparak) yıllarca Chagas hastalığını fark etmeden bünyesinde taşıyabilir.

      Bu durum, uzak kıtalarda yaşayan insanları neden tedirgin etsin ki? 23 Mayıs 1989 tarihli “The New York Times”, Dr. L. K. Altman’ın kan nakli sonrası Chagas hastalığına yakalanan ve içlerinden birinin öldüğü hastalarla ilgili raporuna yer veriyor. Altman şunları yazıyor: “Daha pek çok benzer vaka gözden kaçmış olabilir, çünkü [buradaki doktorlar] Chagas hastalığı üzerinde tecrübe sahibi olmadıkları gibi, kan nakli vasıtasıyla bulaşabildiğinin de farkında değiller.” Evet, kan, hastalıkların geniş çapta yayılmasına vasıta olabilir.

      [Sayfa 12’deki çerçeve]

      Dr. Knud Lund-Olesen şunları yazdı: “Hastalık riski yüksek olan gruplara dahil bazı insanlar, sırf kendilerine otomatik olarak AIDS testi yapılsın diye gönüllü olarak kan vermek istediklerine göre, kan naklini kabul etmekten kaçınmanın yerinde bir davranış olduğu kanısındayım. Yehova’nın Şahitleri bunu öteden beri reddediyorlar. Acaba onlar geleceği önceden mi gördüler?” (“Ugeskrift for Læger” [Haftalık Doktorlar Dergisi], 26 Eylül 1988).

      [Sayfa 9’daki resim]

      Papa, vurulduktan sonra, kurşun yaralarının tehlikesini atlattı. Ama hastaneden çıktıktan sonra “çok büyük bir ıstırap içinde” iki aylığına tekrar hastaneye yattı. Neden mi? Kendisine verilen kan yoluyla öldürücü sitomegalovirüs enfeksiyonuna yakalandığı için

      [Tanıtım notu]

      UPI/Bettmann Newsphotos

      [Sayfa 12’deki resim]

      AIDS virüsü

      [Tanıtım notu]

      CDC, Atlanta, Ga.

Türkçe Yayınlar (1974-2025)
Oturumu Kapat
Oturum Aç
  • Türkçe
  • Paylaş
  • Tercihler
  • Copyright © 2025 Watch Tower Bible and Tract Society of PA
  • Kullanım Şartları
  • Gizlilik İlkesi
  • Privacy Settings
  • JW.ORG
  • Oturum Aç
Paylaş