Bölüm Üç
Yaşamın Kökeni Nedir?
YERYÜZÜ canlı varlıklarla dolu. Karlarla kaplı Kuzey Kutbundan Amazon yağmur ormanlarına, Sahra Çölünden Florida’nın geniş bataklıklarına, okyanusların karanlık yataklarından dağların pırıl pırıl doruklarına kadar her yerde yaşam kaynıyor. Ayrıca Yer, bizi şaşkına çevirecek kadar büyük bir potansiyel barındırıyor.
Canlı varlıkların türleri, büyüklük ve nicelikleri akıllara durgunluk veriyor. Bir milyon tür böcek gezegenimizde kıpırdaşıp vızıldaşıyor. Çevremizdeki sularda kimi pirinç tanesi kadar, kimi bir kamyon büyüklüğünde 20.000’den fazla türde balık yüzüyor. Bazısı garip görünüşlü, çoğuysa harikulade güzellikte en az 350.000 tür bitki karaları süslüyor. 9.000’den fazla kuş türü başımızın üstünde uçuşuyor. Bu yaratıklar, insanla birlikte, yaşam dediğimiz panoramayı ya da uyumlu tabloyu oluşturuyor.
Fakat çevremizde gördüğümüz yaşam türlerinin hoş çeşitliliğinden çok daha şaşırtıcı olan, onların tümünü birbirine bağlayan temel özelliktir. Yeryüzündeki yaratıkları dikkatle inceleyen biyokimyacılar, amip ya da insan olsun, tüm canlıların varlığının hayranlık uyandıran bir etkileşime, yani nükleik asitlerle (DNA ve RNA) protein moleküllerinin sergilediği takım çalışmasına bağlı olduğunu açıklarlar. Bu bileşenlerin içinde yer aldığı karmaşık süreçler kolibrilerin, aslanların ve balinaların hücrelerinde olduğu gibi, bedenimizin de hemen her hücresinde olagelmektedir. Bu tek biçimli etkileşim güzel bir yaşam mozaiği oluşturur. Canlı varlıklardaki bu uyumlu düzen nasıl meydana geldi? Ve daha da önemlisi, yaşamın kökeni nedir?
Bir zamanlar yeryüzünde hiçbir yaşam türünün olmadığını herhalde siz de kabul ediyorsunuz. Bilimsel görüşün yanı sıra, birçok din kitabı da bunu onaylıyor. Yine de, bu iki kaynağın, yani bilim ve dinin yeryüzünde yaşamın nasıl başladığını farklı şekilde açıkladığının farkındasınızdır.
Eğitim düzeyi ne olursa olsun milyonlarca insan, yeryüzünde yaşamı zekâ sahibi bir Yaratıcı’nın, başka sözlerle, bir ilk Tasarımcı’nın meydana getirdiğine inanır. Bunun tersine birçok bilim adamı, yaşamın sadece şans eseri birbirini izleyen kimyasal tepkimelerden geçen cansız maddeden türemiş olduğunu söyler. Acaba bu görüşlerin ilki mi, yoksa ikincisi mi doğru?
Bu konunun bizimle ve daha anlamlı bir yaşam arayışımızla ilgisi olmadığını düşünmemeliyiz. Zaten belirtilmiş olduğu gibi, insanların yanıtlamaya çalıştıkları en temel sorulardan biri şudur: Biz, yaşayan insanlar olarak nasıl var olduk?
Bilim derslerinin çoğu, yaşamın kökeni gibi daha önemli bir konu yerine, yaşam türlerinin kendini koşullara uyarlayıp hayatta kalması üzerinde odaklanır. Yaşamın nereden geldiği yönündeki açıklamaların, çoğu kere, ‘milyonlarca yıl boyunca birbiriyle çarpışan moleküllerden her nasılsa ortaya çıktı’ gibi genellemelerle sunulduğu sizin de dikkatinizi çekmiş olabilir. Fakat acaba bu gerçekten doyurucu bir açıklama mıdır? Bu, cansız maddenin, güneş, şimşek ya da volkanlardan kaynaklanan enerjinin bulunduğu ortamda hareketlendiği, organize olduğu ve sonunda yaşamaya başladığı ve de bütün bunların doğrudan bir yardım görmeden gerçekleştiği anlamına gelir. Bu, büyük bir sıçrama gerektirir! Cansız maddeden canlıya sıçrama! Olay bu şekilde gerçekleşmiş olabilir mi?
Ortaçağda abiyogenez, yani yaşamın cansız maddeden kendiliğinden türediği inancı yaygın olduğundan, o günlerde böyle bir görüşü benimsemek pek sorun değildi. En sonunda, 17. yüzyılda, İtalyan fizikçi Francesco Redi, çürüyen ette ancak sinekler yumurtalarını bıraktıktan sonra kurtçukların ortaya çıktığını kanıtladı. Sineklerin erişemediği ette hiç kurtçuk oluşmuyordu. Eğer sinek gibi küçücük hayvanlar bile kendiliğinden ortaya çıkmıyorsa, acaba kapalı kapta olsun ya da olmasın, yiyeceklerde ortaya çıkan mikroplar için ne denmeliydi? Gerçi daha sonraki deneyler mikropların kendiliğinden türemediğini gösterdiyse de, bu görüş üzerindeki tartışmalar sürdü. İşte o sırada Louis Pasteur’ün çalışmaları başladı.
Birçok insan, Pasteur’ün mayalanma ve bulaşıcı hastalıklarla ilgili sorunlara çözüm getiren çalışmalarını anımsar. O aynı zamanda küçücük canlıların kendiliklerinden türeyip türemediklerini saptamak üzere de deneyler yaptı. Pasteur’ün, mikrop bulaşması önlenen sterilize suda en küçük bakterinin bile oluşmadığını gösterdiğini okumuşsunuzdur. 1864’te şunu söylemişti: “Kendiliğinden türeme öğretisi bu basit deneyin öldürücü darbesinden asla kurtulamayacak.” Bu sözler doğru çıktı. Hiçbir deney cansız maddeden canlı üretemedi.
Öyleyse, yeryüzünde yaşam nasıl oluşabildi? Çağımızda bu soruyu yanıtlama çabaları, Rus biyokimyacı Alexander İ. Oparin’in çalışmalarını yaptığı 1920’lere tarihlendirilir. O tarihten sonra, Oparin ve başka bilim adamları, Yer gezegeninin sahnesinde meydana geldiği iddia edilen olayları canlandıran, üç perdelik drama benzer bir senaryo sundular. Birinci perdede hammaddeyi oluşturan yeryüzü elementlerinin molekül gruplarına dönüşmesi canlandırılıyor. İkinci perdede büyük moleküllere sıçrama olayı gösteriliyor. Dramın son perdesindeyse ilk canlı hücreye sıçrama dikkate sunuluyor. Fakat acaba gerçekten bu şekilde mi oldu?
Bu dram, Yer’in ilk atmosferinin bugünkünden çok değişik olduğu şeklindeki açıklamayı temel alır. Kuramlardan biri, o zamanlar serbest oksijenin neredeyse hiç bulunmadığını ve azot, hidrojen ve karbon elementlerinin amonyak ve metan oluşturduğunu varsayar. Bu görüşe göre, şimşekler ve ültraviyole ışınları gazlardan ve su buharından oluşan bu atmosfere çarptığında, şekerler ve aminoasitler ortaya çıkmış. Ancak, bunun bir varsayım olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sözü edilen kuramsal drama göre, bu tür moleküler bileşikler, okyanuslara veya diğer su yataklarına aktılar. Uzun zaman boyunca, şekerler, asitler ve diğer bileşikler bir “prebiyotik çorbada” yoğunlaştılar; burada, örneğin aminoasitler proteinlere dönüşmek üzere birleştiler. Bu kuramsal gelişimin sürmesiyle, nükleotitler diye adlandırılan başka bileşenler zincirler oluşturup DNA gibi nükleik asitler haline geldiler. Bütün bunlar, varsayıma göre, moleküler dramın son perdesini hazırladı.
Belgelenememiş bu son perde bir aşk hikâyesine benzetilebilir. Protein molekülleri ile DNA molekülleri karşılaşırlar, birbirlerini tanır ve kucaklaşırlar. Sonra, tam perde kapanmak üzereyken, ilk canlı hücre doğar. Bu dramı izlemiş olsaydınız, ‘Bu olay gerçek mi, yoksa kurgu mu?’ diye merak edebilirdiniz. Yeryüzünde yaşam gerçekten bu şekilde başlamış olabilir mi?
Laboratuvarda ‘Başlangıç’ Gerçekleşti mi?
Bilim adamları 1950’lerin başlarında Alexander Oparin’in kuramını denemeye kalkıştılar. Canlının ancak canlıdan geldiği saptanmış bir gerçekti, fakat bilim adamları geçmişte koşulların farklı olması durumunda yaşamın yavaş yavaş cansız maddeden ortaya çıkmış olabileceğine ilişkin kuramlar oluşturdular. Bu kanıtlanabildi mi? Harold Urey’in laboratuvarında çalışan bilgin Stanley L. Miller, hidrojen, amonyak, metan ve su buharı alıp (bu karışımın ilk atmosferi oluşturduğunu varsayarak) bunları, dibinde (okyanusu temsil eden) kaynar su bulunan bir deney şişesine kapadı ve buharın içinden (şimşeğe benzer) elektrik kıvılcımları geçirdi. Bir hafta içinde, eser miktarda kırmızımtırak bir yapışkan madde ortaya çıktı; Miller bu maddeyi analiz ederek bunun aminoasitler denen, proteinlerin özünü oluşturan maddelerce zengin olduğunu saptadı. Yıllardır bilim kitaplarında ve okullarda, sanki yeryüzünde yaşamın nasıl başladığını açıklıyormuş gibi sözü edilen bu deneyi siz de duymuş olmalısınız. Fakat acaba gerçekten böyle mi oldu?
Aslında, Miller’ın deneyinin değeri konusunda bugün ciddi kuşkular duyuluyor. (36 ve 37. sayfalardaki “Klasik Fakat Kuşkulu” başlıklı kısma bakın.) Bununla birlikte, onun görünüşteki başarısı başka deneylere yol açtı; böylece nükleik asitlerde (DNA veya RNA) bulunan bileşikler bile oluşturuldu. Bu alandaki uzmanlar (bazen yaşamın kökenini inceleyen bilim adamları diye adlandırılırlar) moleküler dramın birinci perdesini görünüşte tekrarlamış olduklarından iyimserlik duygusuna kapıldılar. Geri kalan iki perdenin laboratuvar uyarlamasının da yapılacağını sandılar. Kimya profesörlerinden biri, “ilkel canlı sistemin kökeninin evrim süreciyle açıklanacağı günün çok yakın” olduğunu iddia etti. Ayrıca bir bilim yazarı, “bilginlerin, Mary Shelley’nin Dr. Frankenstein’ı gibi, bilim adamlarının da yakında laboratuvarlarında canlı organizmalar oluşturarak başlangıcın nasıl meydana geldiğini ayrıntılarıyla göstereceklerine ilişkin spekülasyonda bulunduklarını” belirtti. Birçokları, yaşamın kendiliğinden türemesiyle ilgili gizemin çözüldüğünü sandı.—38. sayfadaki “Sağa Çeviren, Sola Çeviren” başlıklı kısma bakın.
Görüşler Değişti—Bilmeceler Kaldı
Ne var ki, o zamandan bu yana geçen yıllarda bu iyimserlik uçup gitti. Onlarca yıl geçti ve yaşamın sırları ele geçirilemedi. Profesör Miller o deneyinden 40 yıl kadar sonra Scientific American’a, “sonunda yaşamın kökeniyle ilgili sorunun, benim ve diğer insanların çoğunun düşündüğünden çok daha zor olduğu anlaşıldı” dedi. Başka bilim adamları da bu görüşlerin değiştiği fikrine katılıyorlar. Örneğin, Biyoloji Profesörü Dean H. Kenyon geçmişte, 1969’da Biochemical Predestination kitabını yazanlardan biriydi. Fakat geçenlerde, “maddenin ve enerjinin yardım görmeden kendini canlı sistemler halinde organize etmesinin temelden inanılmaz göründüğü” sonucuna vardığını belirtti.
Gerçekten de, laboratuvar çalışmaları, Kenyon’un, “yaşamın kimyasal kökenleri hakkında günümüzdeki her kuramda temel bir hata” olduğu kanısını doğrular. Miller ve diğerlerinin aminoasitlerin sentezini gerçekleştirmelerinden sonra, bilim adamları Yer’deki yaşam için gerekli proteinleri ve DNA’yı yapmaya yeltendiler. Sözde prebiyotik koşullarda yapılan binlerce deneyden sonra sonuç ne oldu? The Mystery of Life’s Origin: Reassessing Current Theories’de şunlar bildiriliyor: “Aminoasitlerin sentezinde kazanılan önemli başarıyla protein ve DNA’nın sentezinde kaydedilen sürekli başarısızlık arasında çok büyük bir tezat vardır.” İkinciyle ilgili çabalarda karakteristik olarak ‘hep aynı tip başarısızlık’ görülmektedir.
Gerçekçi olarak düşünülürse, olayın gizemi, ilk protein ve nükleik asit (DNA veya RNA) moleküllerinin nasıl ortaya çıktığıyla sınırlı kalmıyor. Onların nasıl birlikte çalıştıklarını da kapsıyor. The New Encyclopædia Britannica, “Yer’de bugün var olan yaşam ancak iki molekülün kurduğu ortaklık sayesinde mümkün olmaktadır” diyor. Bununla birlikte, aynı ansiklopedi, bu ortaklığın nasıl ortaya çıkabildiğinin, “yaşamın kökeni konusunda çok önemli ve çözülmemiş bir sorun” olarak kaldığını belirtiyor. Gerçekten de böyledir.
“Yaşam İçin Takım Çalışması” başlıklı A ekinde (sayfa 45-47), hücrelerimizdeki proteinlerle nükleik asitler arasında görülen son derece ilginç takım çalışmasının bazı temel ayrıntıları gözden geçiriliyor. Vücut hücrelerimizin dünyasına şöylece bir göz atmak bile bilim adamlarının bu alandaki çalışmalarına hayranlık duymamıza neden olur. Onlar, ancak pek azımızın düşünebildiği, oysa yaşamımızın her anında işleyen olağanüstü karmaşık süreçlere ışık tuttular. Bununla birlikte, başka bir açıdan, bu süreçlerin gerektirdiği kesinlik ve akıllara durgunluk verici karmaşıklık bizi yine ‘Bütün bunlar nasıl meydana geldi?’ sorusuna geri getiriyor.
Bildiğiniz gibi, yaşamın kökenini inceleyen bilim adamları, yaşamın ilk ortaya çıkışıyla ilgili dram için akla yatkın görünen bir senaryo oluşturma çabalarından vazgeçmediler. Ne var ki, yeni senaryoları da inandırıcı görünmüyor. (48. sayfadaki “ ‘RNA Dünyasından’ mı Yoksa Bir Başka Dünyadan mı?” başlıklı B ekine bakın.) Örneğin, Mainz’daki (Almanya) Biyokimya Enstitüsünden Klaus Dose şu gözlemde bulundu: “Şimdilerde, bu alandaki belli başlı kuramlar ve deneyler üzerindeki tüm tartışmalar ya açmazla ya da bilgisizliği itirafla bitiyor.”
1996’da yapılan Yaşamın Kökeni Konulu Uluslararası Konferans’tan bile hiçbir çözüm çıkmadı. Bunun yerine, Science dergisinin bildirdiğine göre, orada toplanan 300 kadar bilim adamı, “[DNA ve RNA] moleküllerinin ilk ortaya çıkışı ve kendi kendine çoğalan hücrelere evrimlenmesi bilmecesiyle boğuşup durdular.”
Hücrelerimizde moleküler düzeyde neler olduğunu incelemek ve açıklamaya kalkışmak için bile zekâ ve yüksek öğrenim gerekti. Peki, ya ‘prebiyotik çorbada’ başlangıçta bir yönlendirme olmaksızın, kendiliğinden ve şans eseri karmaşık süreçlerin meydana geldiğine inanmak akla yatkın mıdır? Yoksa başka etkenler de gerekli miydi?
Bilmecelerin Nedeni
Bugün bir kimse geçmişe bakınca, yaklaşık yarım yüzyılın, yaşamın kendiliğinden oluştuğunu kanıtlamaya yönelik spekülasyonlarla ve binlerce girişimle geçtiğini görebilir. Bu durumda, Nobel ödüllü Francis Crick’le görüş birliğine varmamak mümkün değildir. Yaşamın kökenine ilişkin kuramlar hakkında konuşan Crick, “çok az gerçeğe dayanan pek çok spekülasyonun” yapıldığını belirtti. Böylece, gerçekleri irdeleyen bazı bilim adamlarının, yaşamın, denetimsiz bir ortamda ortaya çıkması bir yana, teşkilatlı bir laboratuvarda bile ansızın meydana gelemeyecek kadar karmaşık olduğu sonucuna varmasının nedeni anlaşılabilir.
Böylesine ileri düzeye erişmiş bilim, yaşamın kendiliğinden türeyebildiğini kanıtlayamıyorsa, bazı bilim adamları bu gibi kuramlara neden sımsıkı bağlanmaya devam ediyor? Profesör J. D. Bernal’ın onlarca yıl önce The Origin of Life kitabında söyledikleri bize bu konuda bir parça anlayış kazandırır: “Bu konuya [yaşamın kendiliğinden türemesi] bilimsel yöntemin kesin kriterlerini uygulayarak, hikâyenin birçok yerinde, yaşamın türemiş olamayacağını etkili biçimde göstermek mümkündür; yaşamın kendiliğinden ortaya çıkmama olasılığı çok büyük, çıkma şansıysa çok ama çok küçüktür.” Sözlerine şunları da ekledi: “Bu görüş adına üzücü olmakla birlikte, yaşam yeryüzünde her tür biçimi ve etkinliğiyle bulunuyor ve onun nasıl var olduğunu açıklamak üzere kanıtları çarpıtmak gerekir.” O günden bu güne hiçbir olumlu gelişme olmadı.
Bu tarz bir uslamlamanın ne anlama geldiğini düşünün. Bu şunu demeye benzer: ‘Yaşamın kendiliğinden başlamış olamayacağını söylemek bilimsel açıdan doğru. Ama yaşamın kendiliğinden türemiş olması düşünebileceğimiz tek olasılık. Bu durumda, yaşamın kendiliğinden türemiş olduğuna ilişkin hipotezi destekleyebilmek için kanıtları çarpıtmak gerekli.’ Bu tarz bir mantık sizi rahatlatıyor mu? Böyle bir uslamlama gerçeklerin bol bol ‘çarpıtılmasını’ gerektirmiyor mu?
Bununla birlikte, gerçekleri yaşamın kökeni konusunda yaygın bir felsefeye uydurmak üzere çarpıtmaya gerek görmeyen çok bilgili, saygın bilim adamları da var. Onlar gerçeklerin akla yatkın bir sonucu göstermesine izin veriyorlar. Burada sözü edilen gerçekler ve sonuç nedir?
Bilgi ve Zekâ
Polonya Bilim Akademisinin Dendroloji Enstitüsünde tanınmış bir kalıtımbilimci olan Profesör Maciej Giertych belgesel bir filmde yapılan söyleşide şu yanıtı verdi:
“Genlerin içinde muazzam miktarda bilgi bulunduğunun farkına vardık. Bu bilginin nasıl olup da kendiliğinden türediğini bilim açıklayamıyor. Bu zekâ gerektirir; rastlantısal olaylar sonucu ortaya çıkmış olamaz. Sırf harfleri karıştırmakla sözcükler meydana gelmez.” Sözlerine şunları da ekliyor: “Örneğin, hücrede DNA, RNA ve protein kopyalayan çok karmaşık sistemin ta en başından itibaren kusursuz olması gerekir. Böyle olmasaydı, canlı sistemler var olamazlardı. Bunun tek mantıksal açıklaması şudur: Bu muazzam miktardaki bilgi bir zekânın ürünüdür.”
Yaşamın harikaları hakkında ne kadar çok bilgi alırsanız, şu sonucu kabul etmek size o ölçüde makul gelir: Yaşamın başlaması için zekâ sahibi bir kaynak gerekir. Bu kaynak nedir?
Daha önce de belirtildiği gibi, eğitim görmüş milyonlarca kişi yeryüzünde yaşamın üstün bir zekâ, bir tasarımcı tarafından meydana getirilmiş olması gerektiği sonucuna varır. Evet, onlar meseleyi dürüstçe inceledikten sonra, çok uzun bir zaman önce Tanrı hakkında “hayatın kaynağı sendedir” diyen bir Mukaddes Kitap şairinin görüşünü paylaşmanın yaşadığımız bilim çağında bile mantıksal olduğunu kabul ettiler.—Mezmur 36:9.
Bu konuda kesin bir sonuca varmış olun veya olmayın, sizi kişisel olarak ilgilendiren bazı harikalara dikkatimizi çevirelim. Bunu yapmak çok doyum vericidir ve yaşamımızı etkileyen bu konuya önemli ölçüde ışık tutabilir.
[Sayfa 30’daki çerçeve]
Şans Olasılığı Ne Kadar?
“Evrenin ilk çağlarındaki çorbadan insana kadar tüm olanların nedeni şans ve yalnızca şanstır.” Bu sözleri Nobel ödüllü Christian de Duve, yaşamın kökeni hakkında konuşurken söyledi. Acaba şans, yaşamı başlatan etkenin akılcı bir açıklaması olabilir mi?
Şans nedir? Bazıları onu yazı turadaki gibi matematiksel olasılık hesabıyla düşünür. Ne var ki, birçok bilim adamı yaşamın kökeniyle ilgili olarak “şansı” bu anlamda kullanmaz. Belirsizlik taşıyan “şans” sözcüğü, özellikle bir olgunun nedeni bilinmediğinde, “neden” gibi çok daha kesinlik taşıyan bir sözcüğün yerine kullanılır.
Biyofizikçi Donald M. MacKay’e göre, “ ‘şansı’ sanki nedensel bir güç hakkında konuşuyormuşçasına kişileştirmek, bilimsellikten dinsel görünümlü mitolojik bir kavrama meşru olmayan bir dönüş gibidir.” Robert C. Sproul da benzer şekilde şunu belirtir: “Bunca zamandır bilinmeyen neden ‘şans’ diye adlandırıldığından insanlar bu sözcüğün ötekinin yerine kullanıldığını unutmaya başladılar. . . . . ‘Şans eşittir bilinmeyen neden’ varsayımı birçokları için ‘şans eşittir neden’ anlamına gelmeye başladı.”
Örneğin, Nobel ödüllü Jacques L. Monod şans eşittir neden tarzındaki bu uslamlama yolunu kullandı. “Evrimin insanı şaşkına çeviren heybetli yapısının temelinde tamamen bağımsız fakat kör, salt bir şansın bulunduğunu” yazdı. “İnsan kendisinin ancak şans eseri ortaya çıktığı Evren’in duygusuz enginliği içinde yalnız başına olduğunu en sonunda anladı.” Onun ‘şans ESERİ’ dediğine dikkat edin. Monod başka birçoklarının yaptığını yaptı—şansı yaratıcı ilke konumuna getirdi. Yeryüzünde yaşamın meydana gelişi şansa bağlandı.
Aslında, sözlükler “şansı,” “tümüyle rastlantısal ya da açıklanamayan olayların nedeni olarak görülen güç” şeklinde tanımlar. Öyleyse, biri yaşamın şans eseri ortaya çıktığını söylüyorsa, bilinmeyen nedensel bir güç tarafından meydana getirildiğini söylüyor demektir. Acaba kimileri “Şansı” büyük harfle yazarak, aslında Yaratıcı’yı kastediyor olabilir mi?
[Sayfa 35’teki çerçeve]
“[En küçük bakteri] Stanley Miller’ın kimyasal karışımlarından çok insana benzerlik gösterir; çünkü bu sistemin özelliklerine zaten sahiptir. Şu halde, bir bakteriden insana geçiş, aminoasitler karışımından bakteriye geçişten çok daha kolay bir adımdır.”—Biyoloji Profesörü Lynn Margulis
[Sayfa 36, 37’deki çerçeve/resim]
Klasik Fakat Kuşkulu
Geçmişte kendiliğinden türemenin gerçekleşmiş olabileceğini gösteren bir kanıt olarak, sık sık Stanley Miller’ın 1953’te yaptığı deneyden söz edilir. Oysa onun açıklamasının geçerliliği, yeryüzünün ilk atmosferinin ‘indirgen’ özellikte olduğu varsayımına dayanır. Bu onun ancak eser miktarda serbest (kimyasal olarak bağlanmamış) oksijen içerdiği anlamına gelir. Neden böyle olması gerekir?
The Mystery of Life’s Origin: Reassessing Current Theories adlı kitap, serbest oksijenin çok olması durumunda, ‘aminoasitlerin oluşması bile olanaksız olurdu ve şans eseri oluşsalar bile derhal ayrışırlardı’ diyor.a Miller’ın ilk atmosfer denen varsayımı ne derece sağlamdı?
Miller, deneyinden iki yıl sonra yayımlanan, klasikleşmiş bildiride şunları yazdı: “Yer’in oluşumu sırasında indirgen özellikte bir atmosferi olup olmadığını bilmediğimizden, bu fikirler kuşkusuz spekülasyondur. . . . . Bugüne dek direkt bir kanıt bulunamadı.”—Journal of the American Chemical Society, 12 Mayıs, 1955.
Acaba daha sonra bulundu mu? Bilim yazarı Robert C. Cowen 25 yıl kadar sonra şunları bildirdi: “Bilim adamları varsayımlarından bazılarını yeniden düşünmelidirler. . . . . Büyük çapta indirgen özellikte ve hidrojence zengin bir atmosfer kavramını destekleyen hemen hiçbir delil ortaya çıkmadı, ancak bazı kanıtlar bunun tersini gösteriyor.”—Technology Review, Nisan 1981.
Peki, ya o zamandan beri bir kanıt bulundu mu? 1991’de, John Horgan Scientific American’da şunları yazdı: “Geçen yaklaşık on yıl boyunca, Urey ve Miller’ın atmosferle ilgili varsayımları hakkında kuşkular daha da arttı. Laboratuvar deneyleri ve atmosferin bilgisayardaki rekonstrüksiyonları . . . . bugün ozon tarafından tutulan güneşin ültraviyole ışınımının, atmosferdeki hidrojen içeren molekülleri yok edeceği izlenimini uyandırıyor. . . . . [Karbon dioksit ve azottan oluşan] böyle bir atmosfer aminoasitlerin ve yaşamın diğer habercilerinin sentezine neden olamaz.”
Öyleyse, birçokları yeryüzünün ilk atmosferinin çok az oksijen içeren indirgen bir atmosfer olduğuna neden hâlâ inanıyor? Molecular Evolution and the Origin of Life’da, Sidney W. Fox ve Klaus Dose şu yanıtı veriyorlar: Atmosferde oksijen noksan olmalıydı, çünkü bir kere, “laboratuvar deneyleri, kimyasal evrimin . . . . oksijen tarafından büyük ölçüde engellendiğini gösterir” ve aminoasitler gibi bileşikler “jeolojik zamanlar boyunca oksijen karşısında kararlı değildir.”
Kısır döngü içinde bir mantık değil mi? İlk atmosfer indirgen özellikte olmasaydı yaşam kendiliğinden türemiş olamayacağından, ilk atmosferin indirgen özellikte olduğu söyleniyor. Fakat aslında onun indirgen olduğu konusunda hiçbir garanti yok.
Çok önemli başka bir ayrıntı daha var: Eğer gaz karışımı atmosferi temsil ediyor, elektrik kıvılcımları şimşeklere benziyor ve kaynayan su okyanusun yerine geçiyorsa, peki bu deneyi düzenleyip gerçekleştiren bilim adamı neyin veya kimin yerine geçiyor?
[Dipnot]
a Oksijen son derece reaktiftir. Örneğin, demirle birleşip pas, hidrojenle birleşip su meydana getirir. Eğer atmosferde aminoasitler oluşurken serbest oksijen bol olsaydı, oksijen bu organik moleküllerle oluştukları anda birleşip onları parçalardı.
[Sayfa 38’deki çerçeve]
Sağa Çeviren, Sola Çeviren
Eldivenlerin sağ ve sol teki olduğunu biliyoruz. Bu, aminoasit molekülleri için de geçerlidir. Bilinen 100 kadar aminoasidin yalnızca 20’si proteinlerde kullanılır ve bunların hepsi sola çeviren aminoasitlerdir. Bilginler prebiyotik çorbada meydana gelmiş olabileceğini düşündükleri durumu laboratuvarlarda taklit ederek aminoasitleri yaptıklarında, sağa çeviren ve sola çeviren eşit sayıda molekül bulurlar. “Bu tarz yarı yarıya dağılım,” The New York Times’ta belirtildiği gibi, “yalnızca sola çeviren aminoasitlere dayalı yaşamın belirleyici özelliği değildir.” Canlı organizmaların neden yalnızca sola çeviren aminoasitlerden yapılmış olduğu “büyük bir gizemdir.” Göktaşlarında bulunan aminoasitler bile “sola çeviren türlerinde fazlalık gösterir.” Yaşamın kökeniyle ilgili sorunları inceleyen Dr. Jeffrey L. Bada, “yeryüzü dışından bir etki biyolojik aminoasitlerin tek yönlülüğünde rol oynamış olabilir” dedi.
[Sayfa 40’daki çerçeve]
“Aslında kendini fazlasıyla adamış olduğu fikirleri doğrulamaya yeltenen üstün zekâlı ve son derece biyotik insan tarafından üretilip tasarlanmasına karşın, bu deneyler, . . . . abiyotik sentezin sonuçları olarak gösteriliyor.”—Origin and Development of Living Systems.
[Sayfa 41’deki çerçeve/resim]
“Planlı Bir Zekâ İşi”
İngiliz astronom Sir Fred Hoyle, Evren’i ve içindeki yaşamı incelemeye onlarca yılını verdi; bu arada yeryüzüne yaşamın uzaydan geldiğini bile savundu. California Teknoloji Enstitüsünde ders verirken, aminoasitlerin proteinler içindeki kombinasyonundan söz etti.
“Biyolojideki büyük sorun” dedi Hoyle, “bir proteinin belirli tarzda birbirine bağlı aminoasitler zincirinden oluştuğuna ilişkin kesin gerçekten çok, aminoasitlerin özgün kombinasyonlarının zincire dikkate değer özellikler kazandırmasıdır. . . . . Aminoasitler rasgele dizilmiş olsalardı, kombinasyonların çoğu canlı hücrenin amaçlarına hizmet açısından işe yaramazdı. Tipik bir enzimin belki 200 [aminoasit] halkalı bir zincir olduğunu ve her halka için de 20 olasılık bulunduğunu düşünürseniz kolayca görebileceğiniz gibi, bu durumda yararsız kombinasyonların sayısı çok fazla, en büyük teleskoplarla görülebilen tüm gökadalardaki atomların sayısından da çok olurdu. Bu yalnızca bir tek enzim için söz konusudur ki, esasen çok farklı amaçlara hizmet eden 2.000’den fazla enzim bulunmaktadır. Öyleyse, şimdi gördüğümüz durum nasıl oluştu?”
Hoyle şunları ekledi: “Mantığın alamayacağı kadar küçük bir olasılık olan yaşamın doğanın kör kuvvetleri sayesinde türediğini kabul etmektense, yaşamın planlı bir zekâ işi olduğunu varsaymak çok daha uygun göründü.”
[Sayfa 44’teki çerçeve]
Profesör Michael J. Behe şunları belirtti: “Araştırmasını zekânın rol almadığı nedenler çerçevesinde sınırlamak zorunda olduğunu düşünmeyen biri için varılacak açık sonuç, birçok biyokimyasal sistemin tasarımlanmış olduğudur. Onların tasarımı ne doğa yasalarının, ne rastlantının ne de zorunluluğun eseridir; tam tersine onlar dikkatle düşünülerek düzenlendiler. . . . . En vazgeçilmez bileşenleriyle ve en temel düzeyiyle yeryüzündeki yaşam bir zekâ etkinliğinin ürünüdür.”
[Sayfa 42’deki şema/resim]
(Ayrıntılı bilgi için lütfen yayına bakın)
Bedenin her bir hücresinin anlaşılmaz dünyasına ve karmaşık işlevlerine bir göz atmak bile, ‘Bütün bunlar nasıl meydana geldi?’ sorusuna yol açar
• Hücre zarı
Hücreye giriş çıkışı denetler
• Çekirdek
Hücrenin denetim merkezi
• Kromozomlar
DNA’yı yani genetik ana planı içerirler
• Ribozomlar
Proteinlerin yapıldığı yer
• Çekirdekçik
Ribozomların yapıldığı yer
• Mitokondriler
Hücreye enerji sağlayan moleküllerin üretim merkezi
[Sayfa 33’teki resim]
Birçok bilim adamı, yaşam için önemli karmaşık moleküllerin prebiyotik çorbada kendiliğinden türemiş olamayacağını artık kabul ediyor